![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
SANAL DÜNYA ; İnsan beyninin sonsuz büyüklükteki düşünme, tasarlama gücü ile zihninde canlandırdığı, gerçekleşmesi özlense de henüz elle tutulur hale gelmemiş, sadece hülyalardan, imgelerden oluşan, kişiye özel hayal alemidir aslında sanal dünya. Uyku halinde iken istem dışı olarak görülen, müdahale etme, değiştirme imkânı bulunmayan, istendiğinde çıkılamayan rüya, benzer görünse de nispeten, bizzat kişi tarafından kurgulanır hayal, ara verilir, tekrar dönülür, yenilenir, düzeltilir her zaman sanal olarak. İçeriği ise hayalin, kişinin bilgisi, becerisi, ilgi alanları, karakteri, dünyevi ve uhrevi kültürel altyapısı, inancı, yetişme tarzı, çevresi, merakı ve öğrenme yeteneği, hayat tecrübesi ve hatta genetik özellikleri ile belirlenir kuşkusuz ki; kitaba, filmlere ve hatta fiziki objelere dönüşür bazen de. Zihindeki bireysel hayal aleminin veya diğer kişilerin de katkısı ile geliştirilen alemlerin, bilgisayar teknolojileri ve yazılımları ile resimlere ve şekillere dönüştüğü, birbiriyle ilişkilendirildiği, renklendirilip hareket ettirildiği, derinlik algısı oluşturacak şekilde sunulduğu, ses ve ışık eklentileri ile içeriğin zenginleştirildiği, görüntü kalitesinin arttırılması ile gerçeklik seviyesine çıkılabildiği ve gözlük benzeri elektronik cihazlarla içine girilebildiği, dolaşılabildiği, tasarlanmış içeriğe uygun eylemler yapılabildiği, içinde var olunabilen, isteğe bağlı davranılabilen, cismen yaşadığımız dünyadan bambaşka ama sadece görme ve duyma duyularına hitap eden, heyecan, korku, sevinç, keder gibi hisleri de uyandıran, bunlara göre tepkiler verdiren, davranışlar yaptıran görsel bir ortam veya ortamlar bütünüdür aynı zamanda, sanal dünya. İçeriği, konusuna göre oluşturulan ve sürekli geliştirilebilen sanal dünya içine girildiğinde, oturduğu yerde boyut değiştirir insan, bir anda başka bir evrende “sanır” kendini. Uçsuz bucaksız dağlarda, ovalarda dolaşır, uçurumdan düşer bazen ama incinmez bir yeri, sonsuz gökyüzünde uçar kuşlarla yan yana, bazen uçakla, uzay gemisiyle, derin denizlerde balıklarla yüzer yan yana, yarış yapar korkusuzca, ata, file, dinozora, ejderhaya dahi binebilir, koşturabilir onları dolu dizgin. Şehirlerde, müzelerde dolaşır, bazıları kurgu bazıları gerçek resimli, hem de yerinden kalmadan zahmetsizce. “Sıra bende” deyince birisi, “yeter artık oynadığın” duyulunca, fişi çekilince gözdeki cihazın, kararır az önceki sanal dünya, üç boyuttan hiç boyuta geçilir bir anda, yoktur bakılacak bir yer, sona ermiştir zaten "sanılan" olan görsellik. Çıkarınca gözlüğü, görülen, dokunulan, yenen, içilen, koklanan her şey gerçektir ama zahmet gerekir artık edinmek, erişmek için bu defa. ZENGİN HAYALLERLE GERÇEKTE YAŞA (04.04.2022) |
![]() |
METAVERSE ; Sanal dünya, dijital evren, görsel dünya, masal dünyası, rüya alemi, hayal dünyası gibi afili veya sıradan kelimelerle tanımlanan, günümüzün en yeni ve geleceğin dünyası olarak açıklanan metaverse, boyutları ve büyüklüğü henüz tanımlanamayan, olumlu veya olumsuz etkileri, bunlara karşı gelişecek tepkileri kestirilemeyen, yönetimsel, hukuksal ve toplumsal fayda ve zararları tartışılan bir sonsuz alem ve hatta çok katmanlı sonsuz alemler olarak hızlı bir oluşum içinde. Yaratılmışların en mükemmeli olan insanoğlunun düşünme ve hayal edebilme gücü, muazzam merak yeteneği ile sonsuz gökyüzüne bakarken yıldızları saymaya çalışması, dizilişlerinden bir takım şekiller oluşturması, anlamlar yüklemesi, gidebilme hayalleri kurması, oralardaki yaşamı tasvir etmesi, kendisini de dahil etmesi bir ölçüde, sonra mağara duvarlarına çizmesi, taşlara kazıması, topraktan yapması, yazılara dökmesi, kitaplara basması ve bilim-kurgu veya o gün için saçma filmlerle anlatılması düşüncelerin ve hayallerin, metaverse sürecinin adımlarıymış meğer. Uzmanların çeşitli şekillerde açıkladığı, her gün yeni tanım ve anlamların ortaya çıktığı Metaverse kavramındaki üç boyutlu görsel dünyanın ve bunu oluşturan alt bölümlerin veya farklı içeriklere sahip başka sanal alemlerin birileri tarafından düşünülmesi, tasarlanması, tema ve içeriklerinin oluşturulması, yazılım olarak da kurulması gerekiyor öncelikle. Kişilerin, bu alemlere girebilmesi için uygun bir elektronik cihaz kullanmaları ve birey olarak var olabilmeleri için de, bu alem için oluşturulmuş Avatar olarak tanımlanan sanal görsellerinin olması gerekiyor. Kişiye özel Avatar, o kişiye benzeyebileceği gibi, değiştirilmiş bir yüz, çok farklı bir beden yapısı veya hayal ürünü “beş gözlü, tek boynuzlu, pembe renkli bir kafa, dört kollu, altı bacaklı yeşil renkli bir beden” olabiliyor mesela. Hatta alemin içeriğine ve görsel etkinliğin işlevine uygun farklı farklı avatarlar gerekebiliyor bazen ki; “Avatar Tasarımcısı” adıyla bir meslekten söz ediliyor şimdiden. Televizyonun gündelik hayatımızdaki yeri yüzde on iken, sanal dünyanın yüzde altmış olacağı, günümüzün onbeş saatinin bilgisayar, akıllı telefon ve diğer cihazlarla metaverse içinde geçeceği öngörülüyor. Dolayısıyla, yeni alemler oluşurken bunların kurulum, işletim, gelişim aşamalarında çok sayıda insanın çalışacağı, henüz adı konulmamış meslek alanlarının ortaya çıkacağı, yazılım ve donanıma yönelik teknolojilerin gelişeceği, icatların ve mucitlerin artacağı bir yakın geleceğe koşar adım, dolu dizgin gidiliyor. Böylesi bir dünyada bilgi ile donanmış genç nüfusa sahip ülkelerin büyük avantajlara sahip olduğu görülüyor. GELECEK, ONU YAZANLARINDIR (30.03.2022) |
![]() |
SANAL ; Gerçekte yeri olmayıp zihinde tasarlanan, mevhum, farazi, tahmini olarak tarif edilen sanal, düşünülme, olabileceğine inanılma, zannedilme eylemlerine sebep olan sanılan olarak da ifade edilir aslında. Oluşturulmak istenen sadece algı ise eğer, olayın gerçek olmasının veya gerçek tarafının gösterilmesinin önemi yoktur çoğu zaman. Eldeki veriler ve teknolojik imkânlar, sanılan üretmek için kullanılır bu durumda ve ortaya sanal gösterimler, tasvirler, anlatımlar çıkar. Bir masal anlatılırken, bilim kurgu film çekilirken veya bir tema verilmek, öğretilmek istenirken birilerine, sanal bir takım olaylar kurgulanabilir, resimler, görüntüler oluşturulabilir kuşkusuz. Ancak bilinir ki bunlar hayal ürünüdür, yapanların düşünceleriyle şekillenmiş tasavvurların sunumudur. Gerçekte ise yoktur bunlar ve böyleleri. Dolayısıyla, sanal görseller bazen hoş, neşe, güzellikler katarken yaşantımıza fazlaca zararı dokunmaz bu türlerin, abartılmadıkça ve kaptırmadıkça insan kendini delicesine. Bazen de aklımıza yatar olabilirliği, hatta alınan ilhamla yeni kapılar açılır yeniliklere, yeni masallara ve icatlara belki de. İşte o zaman desteklenir sanal, gerçek dışılığı ve imkansızlığı biline biline. Eğer kurgulanmışsa bir toplumsal konu sanal olarak ve eğer etkiliyorsa insanları olumsuzca, düşmanca duyguları besliyorsa birilerine karşı ve hatta nefreti, hakareti, iftirayı körüklüyorsa devlete, kurumlarına ve yöneticilerine karşı, bozuyorsa toplumsal huzuru, tehdit ediyorsa barışı ve güveni, o zaman “dur” demeli “tükürülmeli” bazen de her türlü sanal işe, ürüne, gösterime, sanılmasına engel olmak için uydurulmuşun, sanat kavramı içinde gizlenmiş, özgür düşünce ifadesi ile süslenmiş, demokrasi kılıfına büründürülmüş olsa dahi her zaman. Gecikirse mani olma, an be an zehirler toplumu sanal, özellikle gençliğini ve geleceğini bir ülkenin, ama gerçekten bu defa. Hele bir de bilinçaltına sızılmış, ele geçirilmişse, kodlanmışsa beyinler sanala inanmaya ve yatkın hale getirilmişse gösterilene kanmaya, gereksiz gösterilmişse sorgulamak, peşinde koşmak yersizse gerçeğin, zordur artık anlatmak gerçekleri, soksan da gözü gözüne. Korunmak için sanal olandan, korumak için ailemizi, hatta devletimizi karınca kararınca, “uydurmaların sonsuz, gerçeklerin yalnız" olduğu bilinciyle, daha bir gerçekçi olmak, gerçeğin detayları ile donanmak zorundayız her daim. Tedbirli ve temkinli olurken sanala karşı, gerektiğinde hazır olmalıyız çürütmek için gösterilen sanalı, sanılmaya çalışılanı, bilgi ve belgelerle her zaman. Uyanık da, zeki de olmalıyız anlamak ve engel olabilmek için inceden işleyen, göz boyayan, afili sanalları da daima. SANAL’I, GERÇEK SANMA (24.03.2022) |
![]() |
EZİK ; Bir darbe, sıkışma, dövülme sonucunda deride meydana gelen hasar, morarma, sızı ve acı olarak tarif edilen ezik, olaylar ve hayat şartları karşısında güçsüz ve sıkıntılı duruma düşmüş olan, üzüntülü, bezgin, umutsuz bir ruh halini de anlatıyor, mecazen. Ezik; bazen merhameti, acımayı tetikleyen, yardım etme, edebilme yolunu açan, elinden tutma, kaldırma gayretine düşüren bir tanımlama olurken, bazen de hakarete yönelik kullanılır oldu maalesef. Hem de karşıdaki bu durumda mı, gerçekten ezilmiş mi diye düşünmeden, sorgulamadan doğrudan bir yaftalama olarak çoğu zaman. Masumane yaklaşımla, düşkün manasında ise hitap, hoş görülse de nispeten, hiddetle ve şiddetle söylenmesi, yalan ve iftira içermesi kabul edilemez asla. Öyle ki, tepki oluşması, misliyle karşılık bulması ve cebre dönüşmesi mümkündür daima. Ömür sürecinde, hem ezen-ezici hem de ezilen-ezik olabiliyoruz aslında. Yaşananlar kişiliğimizi oluştururken, bazı ezilmeler, ezik durumunda kalmalar sineye çekilip kabullenilir, yeni sorunlara, dertlere yol açmadan benimsenir, yenir, yutulur, hatta unutulur belki. Baskıladım zanneder insan, kendisi de ezen de çoğu zaman, ama birçoğu birikir bir yerlerinde zihnin, yüreğin. Silinmesi iyidir zaman içinde, sağlık için de gereklidir aslında, hatırlanıyorsa sık sık, depreşiyorsa yaralar, zarar verir insana gün be gün, patlarsa eğer birikenler bir gün, tedavi gerekir o zaman, tek taraflı veya çok taraflı bazen de. Karakter şekillenmişse eğer eziklik üzerine, içsel çöküntüsünü dışa vuran, her fırsatta bunu kusan, cümlelerle sataşan, hareketlerle saldıran, bundan haz alan, tatmin olan üstelik de sıradan gibi gören, umursamayan, empati duygusundan uzak bir kişilik gurubu vardır ki toplum içinde, tam tedaviliktir aslında farkında olmasa da, göremese de aynada kendine. Eğitimin, zenginliğin, mevki ve makam sahibi olmanın bir önemi yoktur bu tiplerde, her sosyal statü ve refah seviyesinde bulunur çokça. Davranışları ve söyledikleri aklına saplanır insanın, beynini kemirir, uykuları kaçar çoğu zaman, ilaç gerekir bazen sakinleşmek için, dualar ve dualar bolca. Çare, en basitinden, uzak durmaktır ezikten, yolu değiştirmektir mümkünse, taş atmamaktır çukura sıçramaması için üzerine, önlemek için daha büyük belaları öngörerek, izin vermektir tatmin olması için, göreceli zaferini sindirmesi için, bazen de. Ancak dikkat gerekir her zaman, öncekilerden cesaretle daha bir hınç ile dikilebilir tekrar karşınıza, ezik bozuk karakter. Bir söz, bir hamle zor duruma düşürür insanı haklı olsa da çoğu zaman, “uymasaydın”, “sabretseydin”, “değdi mi” tavsiyeleri yersizdir artık. EZENLER, KAYBEDENLERDİR (19.03.2022) |
YAPRAK ; Bitkilerde, karbon özümlenmesi, solunum, oksijen salınımı, terleme gibi olayların oluştuğu, türlü şekil, büyüklük ve kalınlıklarda olan, yaşam döngüsünün en önemli ve en uç parçasıdır yaprak. Tohum, uygun ortamda köklendiğinde, köklerle taşınan besin ile oluşan “ilk yaprak”, gövdenin oluşmasının da başlangıcıdır ki gövde geliştikçe artan yapraklar yeni dallara uç, gelişen dallara da besin ve enerji kaynağı olurlar. Tohum-yaprak-gövde ve yeni yaprak-gövde sürecindeki mükemmellikler biyoloji bilimi ile açıklansa da anlaşılması yine de zor aslında. Ancak, saksımızda, çevremizde bulunan bitkiler alemi bir süre yakından takip edildiğinde, sürecin görselliği dahi çok öğretici ve hayranlık uyandırabiliyor. Hiçbir şeyin sebepsiz olmadığı gerçeği içinde, her bir yaprağın oluşumunun “doğum”, yeni bir yaprağın oluşumuna kadarki sürecin “büyüme”, bir gövdenin oluşmasına olan katkıların “üretim”, kendi gelişmesi durup gövde üzerindeki varlığının sürmesi “olgunluk”, gün gelip sararması “yaşlılık” ve nihayetinde düşmesi yaprağın her canlının tadacağı “ölüm” olduğunu gösteriyor görebilene. Bir yaprak, bir insan olarak düşünüldüğünde, tüm ömrümüzün aynı süreçlerden geçtiğini, aslında yaprağın insan yaşamını örneklediğini apaçık görüyoruz. Bazı yapraklar mevsimsel olsa da, bazıları daha uzun yıllar kalsa da dalında, bazıları selde rüzgarda düşse de yine de insan yaşamında karşılıkları bulunabilir daima; afet gibi, salgın gibi, kuraklık gibi topluca, hastalık, kaza gibi daha bireysel, hatta yaralı yaprakların engelli durumu gibi. Bu bağlamda, her gün baktığımız, yanından geçtiğimiz milyonlarca yaprağın her birini bir insan gibi görmeyi hiç düşündük mü, ya da ömür süresinde kaldığımız bu dünyada aslında yürüyen bir yaprak olduğumuzu değerlendirdik mi, düşmüş bir yaprakla aklımıza geldi mi acaba ölüm ve sorguladık mı ömrümüzü; ne yaptım bu dünyada, ne kattım, ne bıraktım geride diye. “Hayır” ise cevaplar, görmemişiz hiçbir yaprağı, anlamamışız demektir çevremizi, dünyamızı, yaşamı ve yaratılış gayemizi, örnek bu kadar yakında ve sonsuz sayıda olmasına rağmen. Yaprağın neden, niçin düştüğünü sorguladığımızda bir an, bu dünya için yapacak bir işi, sağlayabilecek bir faydasının kalmadığını, yaratılış ve var oluş sebebinin sona ermiş olduğunu görürüz, tıpkı insan gibi. Ancak, büyümesine katkı verdiği ağacın yeni yeni yapraklarla, çok çok uzun süre ayakta kalacağının bilincinde olmasa da bir yaprak, yaratılmışların en mükemmeli olan insan da mı bilincinde değil ki geçiriyor ömrünü verimsiz ve de faydasız, üfürüyor nefesini kıymetini bilmeden yalanlar ve zırvalar için. YAPRAKLARI GÖR, DÜŞÜN VE ANLA (03.12.2021) |
![]() |
GERÇEK ; Bir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, özbeöz, sahici olarak tanımlanan gerçek, yalan olmayan, doğru, hakiki, asıl olarak da ifade ediliyor. Düşünülen, tasarımlanan farazi konulara karşı, temeli ve dayanağı olan, kanıtlananlar olarak da günlük hayatımızda yer bulunuyor. Gerçek, yalanın eğri büğrülüğü karşısında dimdik dururken, doğruluğu savunan gerçekçi de yalancının hasımı oluyor her zaman. Dolayısıyla yalancılık; korkaklık ve sahtecilik temelinde bir karakter özelliği iken, gerçekçilik; asalet, cesaret, kahramanlık gerektiren çok daha değerli, önemli, nadide bir kişilik yapısı ve davranış biçimidir daima. Kolay değildir sonsuz büyüklükte yalan rüzgarına karşı gerçekleri sadece gerçeklerle savunabilmek, yıpranmayı hatta yalnız kalmayı, dışlanmayı göze alabilmek, eğilip bükülmeden hakikatli olabilmek, zordu, zor ve gittikçe de zorlaşıyor maalesef. İletişimin devasa geliştiği günümüzde gerçek resmin kırpılmış bir parçası, bir konuşmanın veya bir filmin kesilerek eklemlenmiş hali, aslını yitirmiş olarak saniyeler içinde bütün dünyaya yayılıyor anında, hangi biri düzeltilecek, bir güneş gibi gösterilecek yalın gerçek. Hele günümüzde, insanlar öyle yatkınlar ki yalana, basite, temelsize inanmaya, yutturuluyor koca resmin anlamını kaybettiren sahte, tahrif edilmiş yüzlerce parçası kolayca ve şüphe ekiliyor zihinlere haince çoğu zaman. Bir insanın, boş laf olmasına rağmen maalesef yerleşik “yalan dünya” tabiri içinde, gerçekçi bir kişilik geliştirebilmesinde özellikle ailesi, yetiştirilme tarzı, eğitimi, iş ve sosyal çevresi, inancı, haram helâl ile sevap günah kavramlarına duyarlılığı büyük önem kazanıyor ki bilgi, kültür, tecrübe zenginliği ve büyüklüğü ile gerçeği savunabilsin, gerçekçilere destek verebilsin daima. Eğer zayıflık varsa biraz doğrulukta, gebe kalınmışsa ve ipler geçmişse birilerinin eline kısmen de olsa, o zaman daha bir güçtür savunabilmek hakikati. Hele bir de menfaati yönünde kıvırtıyorsa kişi, şekilden şekle giriyorsa, haysiyeti pazara çıkmışsa, satın alınacağı anlamışsa kişiliğin, fırıldağa döner onun bunun elinde, kaybetmiş olarak onurunu, güvenilirliğini elbette. Eğer, biliniyorsa kişinin gerçekçiliği, çok çaba ister korumak bu kişiliği; rüzgar eser uçurmak için, sel gelir sürüklemek için, çamurlar atılır iz bırakması için, iftiralarla dolu oyunlar kurulur öğütebilmek için. Eğer, sağlam temelli, kale gibi ise kişi, yalar geçer deli dalgalar yıpratsa da biraz zamanla, asil kanında bulur kudreti ve dimdik ayakta kalır elif misali, her zaman. GERÇEK TEKTİR, YALAN SONSUZ (27.11.2021) |
![]() |
BALON ; Hava veya çeşitli gazlarla doldurulmuş, kauçuktan yapılan bir çocuk oyuncağı, havadan hafif bir gazla doldurulan atmosferde uçabilen küre biçiminde bir araç olarak tarif edilen balon, gerçek olmayan sözleri, palavraları tanımlamak için de kullanılıyor. Bir cisim olarak balon, henüz doldurulmamış, sönük halde iken; şekilsiz, buruşuk, katlanıp kaldırılabilen, cepte, kutuda saklanabilen, üzerinde varsa eğer yazı veya resimler okunamayan, içi boş halde pek de değeri olmayan, ilgi görmeyen, bir işe de yaramayan basit bir lastik torba aslında. Ne zaman ki birileri tarafından bir şekilde içi doldurulduğunda, kırışıklığı giderilip üstündekiler belirmeye başladığında, hacmi aslının onlarca katına çıkarıldığında, bir evrim misali değiştirildiğinde; ederinin çok üstünde değerli, sahip olunmak istenen, keyifle oynanan, zevk alınan bir oyuncağa, hatta kullanılan bir araca da dönüşebiliyor. Hele bir de sönük halini görmemiş, içinde ne olduğunu bilmeyen, hep böyle cafcaflı kalacağını zannedenler için daha bir değerli, daha bir sahip olunasıdır o zaman. Balonu hiçe yakın değerden üst değere çıkaran kuşkusuz şişirildiği havadır, gazdır ki bedeli bir hiçtir aslında. Bir bedelsizi başka bir bedelsizle doldurup pazarlayan, satan ve emeğinin çok üstünde kâr, kazanç elde edenler, “şişiriciler” götürür malı her halükârda ve kurtulur ondan havası kaçmadan, sönmeden ve değersizleşmeden önce hemen. Hele bir de patlama durumu var ki balonun, şatafata kanarak sahip olanla çevresindekiler bazen, bir pişmandır o zaman aldıklarına, giden paraya mı, oyuncağa mı, keyfine, hayallerine mi yansın ah ile vah ile. Ya balon bu durumda, çöptür artık, atılacak, göz önünden kaldırılacak, elinde yanında dahi durması istenmeyen, bir an önce kurtulunması gerekendir herkes için. Ya şişirici, işi biteli çok olmuştur balonla, kese dolmuş, basılan hava yayılmıştır sonsuzluğa değersizce ve yeni balonlar arar şimdi, daima bulur üfleyecek, pazarlayacak, kabartacak cebini. Günlük hayatımızda da bol miktarda balon dolaşıyor çevremizde, pohpohlanmış, makyajlanmış, şan ve şöhretlenmiş birileri tarafından. Bazen bir siyasi kişilik, bazen bir sanatçı, bilim insanı, iş insanı, mevki makam sahibi, kanaat önderi, kurtarıcı adıyla üfürülmüş, kat be kat büyütülmüş olarak sunuluyor piyasaya bir algı oluşturarak ve ilgilisi, alıcısı, takipçisi, bazen de ayaklarına kapanacaklar bekleniyor sorgusuzca ve bulunuyor istenilen, öyle ki, yutuyor, kanıyor, aldanıyor çoğu insan masumane. Ta ki hava boşalıncaya, cafcaf soluncaya, şatafat kaybolup aslına, buruşuk bir cisim haline dönünceye kadar. BÜTÜN BALONLAR PATLAR (23.11.2021) |
![]() |
ANLAŞILMAK ; Belli olmak, ortaya çıkmak, açıklığa kavuşmak olarak tarif edilen anlaşılmak, anlama işine konu olunması, kavranılması anlamıyla edilgen bir fiildir ki kişinin veya olayların başkaları tarafından nasıl algılandığını içerir. Bırakılan intiba, toplum içinde kıymet kazanmaya, takdir edilmeye sebep olurken ifadelerin, davranışların ve olayların da doğru değerlendirilmesine, etkilerinin şiddetine, büyüklüğüne ve olumluluğuna katkı sağlar kuşkusuz. Gelişen bir olayda, ortaya konulan davranış veya hareketler yeterince açık değil ise, gizlilikler içeriyorsa, sis bulutları içinde ise eğer, anlaşılmasında yaşanacak zorluklar ve üzerine yazılacak senaryolar ve dahi kafalarda oluşacak soru işaretleri ile doğru tespitlere varılamaz, istenen mesaj verilemez, arzulanan katkı sağlanamaz. Aksine, hiç istenmeyen sonuçlara, sürtüşmelere, kavgalara, sebep olur ki “yanlış anlaşılma” toplumsal boyutta şiddet olaylarına kadar götürebilir ülkeyi. Özellikle, puslu havayı sevenler, bundan nemalananlar, göreceli menfaatleri uğruna, sözde çıkarları için körükler ortamı, daha bir anlaşılmaz hale getirir olayı kasten. Maşalar ve ipleri başkalarında kuklalar ortaya çıkar birden, hızla harlanır, cehenneme döner ortam, yakar kişileri ve ülkeyi maalesef, anlaşılsa da sonradan, doğru anlaşılmamakmış asıl sebep. Anlamak, bir ışık misali doğrudan kişiyi aydınlatan, geliştiren bir eylem olmasına rağmen; anlaşılmak, kişinin ışık olduğu, doğrudan diğer insanları ve toplumu etkilediği bir durumdur aslında. Kişi, konuşurken de yazarken de çok dikkat etmeli sözlerine, kullandığı kelimeler, kurduğu cümleler hatta ses tonu, noktalama işaretleri bazen de, sebep olmamalı yanlışlıklara, oluşmamalı muğlak, belli belirsiz ortamlar, nereye çeksen oraya uzayacak, üzerinde kurgu yapılabilecek ifadeler. Net olmalı kişi, fikirse fikir, eylemse eylem ama önü de sonu da belli, özü de sözü de bir, söyledikleri apaçık olmalı, çekiştirilememeli sağa sola, niyetlenenler boşa düşmeli daima, rezil, rüsva olmalı, malzeme bulamamalı kötü niyetliler ve bozulmamalı huzur ve barış kişiler arasında, toplumda ve dünyada. Kişi katkı sağlamak istiyorsa çevresine, bir kıvılcım olabilmek, yol açabilmekse insanlığa, hele bir de iyi niyet kaplamışsa kişiliğini, hizmet edebilmekse amaç, daha bir önem kazanır anlaşılabilir olması. Tüm özene, dikkate rağmen, kalmışsa küçük aralıklar ve sızarsa buralardan niyeti bozuklar ve sebep olursa yanlış anlaşılmalara, yayarlarsa bir de tüm kötü niyetleriyle, o zaman üzülür kişi “nereden nereye” derken, niyete ve sonuca bakarken, burukluk oluşur, kırılır bazen, istemese de küser onlara, en istemediğini yapar ve susar bazen de, belki anlaşılır umuduyla sessizliği. HER DAİM ANLAŞILIR OLUN (09.10.2021) |
ANLAMAK ; Okunmuş veya duyulmuş bir ifadenin ne demek olduğunun, görülmüş bir nesnenin veya dokunulmuş bir cismin neyi betimlediğinin, alınmış bir kokunun nedeninin kavranması olarak tarif ediliyor, anlamak. Ayrıca, yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirip sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmek, sorup öğrenmek, doğru ve yerinde bulmak, birinin duygularını, istek ve düşüncelerini sezebilmek, kendini başkasını yerine koyup olayı değerlendirmek olarak da kullanılıyor. Anlamak, bireysel bir kabiliyet çerçevesinde ele alındığında, kişinin yetiştiği çevrenin, ailenin, eğitimin, öğrenebilme yeteneğinin, ilginin ve merakın, anlamanın büyüklüğünü ve hızını doğrudan etkilediği, dolayısıyla, genetik özelliklerine ilave olarak doğuştan itibaren kazanılmaya başlanan, çok yönlü gelişim süreçleri ile erişilen önemli bir kişilik özelliği olarak görülüyor. Öğretmenin aynı, dersin aynı olduğu bir sınıfta, anlamanın farklı derecelerde olduğu durum, her bir öğrencinin “farklı” olduğunu da gösteriyor aslında. Gerektiğinde, “dikkatini verememe” sorununun tedavisi yoluna gitmek, kişinin hem kendini hem de çevresini anlama yeteneğinin geliştirilmesi gerekiyor ki özellikle anlaşılanları derleyip yeni anlamlar çıkarabilme kabiliyeti de ilerleyebilsin böylece. Anlamak, bireysellikten öte toplumsal bir kavram olup her kişinin, okuduklarının ve duyduklarının ötesinde toplumu algılayabilmesi ve çıkarımlar elde ederek biriktirmesi, gereğinde kullanabilmesidir ki anlama yeteneği gelişmiş kişilerden oluşan, anlayabilen ve aynı zamanda anlatabilenin bol olduğu topluluklarda yaşam daha kolay, ilerleme çok yönlü, daha hızlı ve yüksek verimli olur kuşkusuz. Her şey ayan beyan görünmez, gösterilemez, gösterecek birileri de bulunamaz her zaman. Kişi, camdan bakarken, televizyon seyrederken, izlerken yoldan geçenleri, gördüğünde bir sanat eseri, mühendislik yapısı hatta doğal hayat bazen de, temas kurduğunda insanlarla, esnafla, tüm kişilik özellikleri ile doğrudan “anlama” olayının içindedir aslında. Anlayabilmesi çevresinde olup bitenleri, doğru ve gerçekçi olarak yaklaşabilmesi, sonuçlar çıkarabilmesi, aktarabilmesi kazanımlarını, hem kendini hem de toplumu geliştirir azar azar da olsa, ama mutlaka. Kişi, doğayı, olayları, kişileri anlamaya çalışmayı, bunun için gayret göstermeyi, bir yaşam felsefesi olarak benimsemeli, zorlamalı kendini mutlaka, haset ve kibirden uzak olarak daima. Her bir çaba yeni bir anlamanın, anlamların kapısını açar, böylece gelişir yetenekler, kişilikler ve gün gelir katkı sağlar insanlığa dünyaya, iyi niyet temelinde, bir resim, birkaç kelimelik ifade, görüş ve yorum ile en azından. HERKESİ, HERŞEYİ ANLAYIN (01.10.2021) |
![]() |
SELAM ; Bir kimseyle karşılaşıldığında, birinin yanına gidildiğinde veya yanından uzaklaşıldığında kendisine söz ve işaretle bir nezaket gösterisi yapma olarak tarif edilen selam, bir mekâna veya topluluğa girildiğinde “ben geldim” anlamı ile ortama katılımı içerir. Muhabbete dahil olmanın başlangıç kelimesi olur bir “merhaba” gönülden ve samimice. Gerekmedikçe tanıtmak kendini, elle veya başla kısa bir selam yeterli olur bazen. Ses tonu, üslup, yüz ifadesi bilgi verir kişi hakkında çoğu kere ve çizer sürecin devamını, sınırlarını, şekillendirir ortamın sıcaklığını, içtenliğini ve güvenliğini, güvenilirliğini bazen de. Ortama katılmak veya bir temas kurmak, bir şeyler sormak, konuşmak isteyen tanıdık tanımadık bir kimsenin öncelikle “selam vermesi” beklenir ki muhabbetin önü açılsın, derinlik oluşsun, karşılıklı etkileşim fayda sağlasın kişilere ve topluma kuşkusuz. Günümüzde, hızla azalıyor selam veren, ya üşeniyor kişi ya da temas kurmak istemiyor ki kişisel tercihidir kuşkusuz, zorunda da değildir zaten. Fakat az sonra, bir söz söyleme ihtiyacı duyduğunda, bir soru, yer, adres bilgisi mesela, kıvranmaya başlıyor bu sefer, giriş kapısı arıyor ortama, ilk baştaki hödüklüğüne pişman oluyor belli ki ama geçmiş ola “merhaba”nın vakti. "Pardon" diyerek deniyor şansını bu sefer en kibarından, duyan olur, kabul ederler beklentisi ile. Girerken bir ortama, gereğini yapan kişi, “selamın alınması”nı bekler bu defa ki muhabbete dahil olabileceğini anlasın, söz, tutum ve davranışlarını ayarlasın, düzenlesin, etkileşim sağlansın karşılıklı. Alınmamışsa selam eğer, açık bariz “sen kimsin” demektir bu, kişi başta kaybetmiştir katılabilmeyi, kabul görmemiştir varlığı, durmasının bir anlamı da yoktur artık, ayrılmaktır ortamdan hızlıca, sıvışmaktır bazen de yavaşça. Bir de, kibrinden selam vermeyen ve almayan "selamsızlar" var ki toplumda, kendisi dağların sahibi sanki. Tenezzül etmiyor aklınca, izafi büyüklüğüne, samandan heybetine zarar gelir düşüncesiyle belki de. Ama bilmiyor ki, gün gelir ödenir kibrin bedeli, ufalır toz duman olur heybet, paspas olur kişiliği o zaman. Hele bir de, selam vereni süzüp, bön bön bakıp, hafızasını zorlayıp, sanki gerekliymiş gibi “kim bu” diye hatırlamaya çalışan, ona göre selamı alıp almamaya karar verecek bir acayip kişiler var ki, bihaber anlamdan, manadan selamın maalesef. Hatta “tanışıyor muyuz” diye soran da var pişman edercesine masumiyeti kibarca güya, “nereden tanışıyoruz” diyen de kabalığın zirvesinde, “ne var birader” diyen de. Korkuyor insan selam vermeye, bela olur diye çoğu zaman ve kaybediyoruz en güzel kültürel özelliğimizi üzülerek, gün be gün. SELAM, SICAKLIKTIR. VERİN ALIN (26.09.2021) |
![]() |
HASET ; Çekememezlik, kıskançlık, birinin sahip olduklarının ondan kendisine geçmesini isteme veya onda da olmamasını arzu etme duygusu olarak ifade edilen haset, başkasının kazanımlarını hazmedememe durumu olup yer, bitirir kişiyi kavrulurcasına, çatır çatır çatlarcasına maalesef. Aslında, kıskanç kelimesinden ayrılır hasetçi, daha derindedir hisler, daha yerleşik, daha sinsi ve çok daha gizlenebilir yerdedir ki dost görünenler, çok yüzlüler ve de riyakârlar iyi saklarlar onu, zaman zaman da çıkarıp kullanırlar bazen inceden bir söz olarak, bazen derinden bir eylem olarak, inciterek, üzerek daima. Haset, bir yaklaşım biçimi, bir bakış çevreye, dünyaya, yakındaki veya çok uzaklardaki insanlara, toplumlara. Başkalarında var olanları didiklemeyi de içerir biraz, özellikle ayan beyan görünmeyenlere, gösterilmek istenmeyenlere, mahremiyete de uzanır eller, kaldırmak için örtüyü. Aşikâr edince gizliliği, bir rahatlama beklense de ikinci aşamaya geçer hasetçi, dönüp kendine bakıp nelerin kendinde olmadığını ölçüp biçmeye, kıyaslamaya başlar ki asıl hedefler, saldırı merkezleri, içe atılacaklar tespit edilebilsin hasetlenmek için. Sonra, yeni bir dönem başlar hasetlik sürecinde, fırsatlar kollanır, beyin farklı çalışır “ne yapsam”, “nasıl alabilsem”, “ne zaman kılçık atabilsem” temelinde. Sadece, düşünceleri değil, davranışları etkiler bu durum ve hasetçi, kurgular ortamı, lafı çevirir getirir bir noktaya ki kusabilsin hasedini bazen de kinini, üzebilsin karşıdakini az veya çok, ama mutlaka zarar versin yeter ki. Rahatlar bir nebze, bir süreliğine, zannedersin ki bitti, bir daha yapmaz, üzemez artık; tam tersine, dişi geçirmiştir bir kere, aynı hasedi defalarca kullanılır, ta ki haset edileni kaybedinceye kadar. Ama yine de bitmez, di’li geçmiş, miş’li geçmiş aşamaları başlar hasedin bu sefer de. Dertleşmiş hasetler boldur, biriktirmiştir yeterince hasetlik konu zihninde, gönlünde, kötülüğünde maalesef, bekler sırası geleni sürmek için ortama, vurmak için sinsice, mahcup etmek için adice. Hasedin oluşumu, derin bir konu kuşkusuz, genel ya da kişiye özel incelenebilecek, psikoloji ve psikiyatri ilimleri ile ifade edilip kitaplar yazılabilecek. Ancak, yine de kişi kurtarabilir kendini, zor zannedilse bile kolay yönleri bulunabilir, mesela “hakkına razı olmak” gibi, “verilene şükretmek” gibi “eldekinin hayrını görmeyi dilemek” gibi, kısaca inanç sistematiği içinde manevi yönü geliştirip daha bir kabullenici kişiliğe geçiş yaparak elbette. Tam başarı sağlanamasa da törpülenir şiddeti hasetliğin, gereksizliği görülür yıllar içinde ve anlamsızlığı ileri yaşlarda, belki de helalleşme derdine düşer hasetçi, bin pişman vaziyette, kim bilir. HASET, KEMİRİR. KURTUL ONDAN (22.09.2021) |
![]() |
İBRET ; Kötü bir olaydan alınması gereken ders, uyarıcı sonuç olarak tanımlanan ibret, genellikle başkalarının yaşadığı olumsuz bir durumu değerlendirerek kendi çıkarımımızı yapıp benzer durumun başımıza gelmesini engellemeye yönelik geliştirilecek tedbirlerin kaynağıdır aslında. Eğer, tespitler doğru yapılmışsa, kazanımlar isabetli ve gerçekçi ise “yaşanmışı yaşamamak” adına, “ben ettim sen etme” misali çok değerli hale gelir ki seneler kazandırır insana. Kişi, ibret alıcı durumunda iken olay, ibret verici, ibret dolu yani ibretamizdir ve hatta büyüklüğüne göre ibretiâlemdir, ibretliktir hatırlanacak, yıllarca, belki yüzyıllarca. Hakkında, kitaplar, şiirler yazılır, filmler çekilir, destanlaşır, masal olur bazen de gelecek nesillere aktarabilmek için. İbrete sebep, insan ise eğer daha bir önem kazanır olay, başka kişiler kendini koyar olayın içine ve çıkarımlarını da buna göre oluşturur ki kişinin yetişme tarzı, eğitimi, kişilik özellikleri, inançları, maddi manevi faktörler hatta sebep-sonuç ilişkilerini algılama ve analiz yeteneği belirleyici olur; alınacak ibretin büyüklüğünde, birikiminde ve yeri geldiğinde kullanımında, yetişmesinde gelişmesinde kişinin bir ömür ve yön verilmesinde olaylara, hayata, başka hayatlara bazen de. İbretlik olay, insan eliyle gerçekleşmez bazen insan üzerinden gerçekleşmiş olsa da, öyle görünse de. Çözümlemek çok daha zor olur, kişi tek başına çıkamaz işin içinden, ilim, irfan gerekir, açıklamaya yönelik bileşenleri, listelemek için dersleri, çıkarımları, sebepleri, etkileri, tepkileri. Bilimsel araştırmalar ve sonuçları daha bir aydınlatır olayı, daha açık görünür ibretlik konular, incelenir birçok bilim alanı kapsamında ve çeşitlenir aynı zamanda değerlendirilmek için hayat yolculuğunda, biriktirmek için kişisel ve toplumsal hafızalarda, engel olmak için unutmalara ve hatırlatmada kullanılmak üzere sık sık. Bazen, maneviyat da gerekir daha derin tahliller için, inanç sistematiği içinde katkı sağlayabilmek, gösterebilmek için ibretliği, tesirli olabilmesi için inançlı kişilerin vicdanlarına, etkileyebilmesi için yaşamlarını olumlu yönde daima. “Tarih tekerrür eder mi hiç eğer ders alınabilseydi” cümlesindeki anlama benzer, ibret alınmalı yaşananlardan, yazılmalı, belgelenmeli doğruluk ve gerçeklik temelinde. Yer almalı kazanımlar belleğinde toplumun, kayıtlarında ülkenin ve yönetenlerin tabii ki. İşlenmeli bir kültürel değer olarak, vecize olmalı, atasözüne dönüşmeli zamanla. Nesilden nesle aktarılmalı önlemek için tekerrürü, engel olmak için yeni acılara, yeni ibretlik olayların oluşumuna. Bireyselliğin ötesinde, ülkenin geleceğinin inşasında kullanılmalı toplumsal ve tarihsel hafıza, hatırlanması acı dolu, hüzünlü, buruk olmasına rağmen çoğu zaman da. İBRET ALICI OL, İBRETLİK DEĞİL (16.09.2021) |
ÖVÜNÇ ; Övünmek ve övmek eylemlerine sebep olan övünç, bir kaynaktır, odak noktasıdır aslında. Övünme cümleleri ile anlatılan, sevinç içinde bahsedilen olduğunda anlatanın “kendini” öne çıkardığı, övme esnasında da “övünç”ün daha önde yer aldığı bir durum oluşur ki dinleyenlerin algısı da yargısı da buna göre değişkenlik gösterir. Övünmek, kibre doğru kayarken daha soğuk yaklaşılır, itici olabilir, sıkabilir bazen, hâlbuki övme, takdir ağırlıklıdır, destek alır dinleyenden, inceden bir gurur içerir ki naiftir, üzmeyen ve kırmayan kimseyi. Övünç, bazen kişi bazen başka bir canlı bazen de bir olay, bir başarı hikayesi olabilir, kendinden, kendine yakın veya uzakta olup faili bilinmeyen. Çocuğu mesela kişinin, en büyük en önemli övüncü değil midir hayatta, bebekliğinden itibaren davranışları, cümleleri, okuduğu şiir, ezberlediği dualar, sureler, aldığı ders notları, okul başarıları, iş hayatı vesaire vesaire derken bitmeyen sonsuz bir kaynak misali. Niyeti halisse kişinin, amacı bir fikir vermekse, bir örnekleme ise bir çok sürece veya alana, konuya yönelik, fayda sağlayabilir birileri için benzer durumları yaşamada kedersizce, çözmede sorunları zahmetsizce, iyi niyet temelinde kabul görürcesine. Bazen hoşluk katar ortama övünç, küçük tebessümler, kahkahalı büyük sevinçler oluşur topluca, katkı sağlanır diğer övünçler eklenerek belki de. Ancak, kaçarsa övünmede kantarın topuzu, abartılar varsa bir de inanılmaz, şişiriliyorsa balon ölçüsüzce, şüpheler oluşmuşsa zihinde, hele bir de çelişkiler yakalanmışsa anlatımda, yalan da katılmışsa ifadelere, sıkılır dinleyen, tepki gelmese de hemen, kaçamasa da ortamdan yine de ara açılır biraz, zaman gerekir kapatmak için genellikle. Bazen “övüngen” sıfatı alır kişi toplumdan, kibirli olarak anılmaktan, büyüklenmekten, kaf dağında olmaktan daha alt bir seviye olsa da, hoş görülse de bir ölçüde yine de dikkat etmeli insan kullanılırken övünç kaynaklarını. Asıl olan övebilmektir başkasını, başkalarının yaptıklarını, başarılarını, insanlığa kazandırdıklarını, zaferlerini, kahramanlıklarını bazen, bilgi ile, belge ile destekleyerek daima. Daha bir genel örnekleme olur ders alınabilecek, sözlü tarih gibi kalır akıllarda, yayılır başka muhabbet ortamlarında, yazılır okunur olur, bazen de araştırmalara konu olur övülen, yeni boyutlar, belgeler çıkar gün yüzüne, daha bir aydınlanır ortam, yeni kapılar, yollar olur, büyür ve büyütülür bazen. Övmek, küçültmez, seviye kaybettirmez, aciz göstermez kişiyi, aksine takdir toplar takdir edebildiği için, takdire şayan övünçler ortaya çıkarabildiği için daima, kendisi de bir övünç olabilir başkalarına, başka ortamlarda belki de. ÇOK ÖVÜN AZ ÖVÜNÜN (09.09.2021) |
![]() |
KIYTIRIK ; Değersiz, bayağı, basit olarak ifade edilen veya önemsiz, dikkate alınmayacak, kayda değer olmayacak kadar ufak, küçük konular için kullanılan kıytırık, bir sıfat olup nitelediği kişi ve durumu ön plana çıkararak “uğraşmaya değmez”liğini vurgulamak için de kullanılır. Öyle ki, abartılarak, ağız dolusu cümleler ile anlatılan bir olayı, ses tonuyla ve hatta mevki ve makamın gücü ile kuvvetlendirilen bir durumu, ortamı sonlandıran; “söz ola bitire savaşı, söz ola kestire başı” misali bir söz, “kral çıplak” büyüklüğünde bir haykırıştır bazen, göstermektir basitliği büyük gösterilme çabasına rağmen bazen de. Günlük yaşantımızda, özellikle safların belli olduğu ortamda, derinlikten yoksun, gösterilene inanmış, körü körüne saplanmış, araştırmaktan uzak, çözümleme yeteneği olmayan, son tahlilden azade sığ kişilikler, duydukları veya duymaları sağlanmış zırvaları, bir fare yakalamış olmanın gücüne güvenerek öyle bir sunuyorlar ki piyasaya, zannedersin mamut yakalamış, dinozor ele geçirmiş de satıyor. Maalesef, kendi karakterlerinde destekçi de buluyorlar çoğu zaman kıytırığı alacak, satışa yardım edecek ve hatta reklamını yapacak bol miktarda. Ancak, ortam her zaman müsait olmaz basitleri değerli göstermek, pazarlamak için ve bulunmaz goygoycular daima daha da genişletmek için çevreyi, şakşakçılarda yetmez sürüyü büyütmek için bazen de. Bir babayiğit çıkar bir gün, göze alarak riskleri, dışlanmayı çevresinden belki de ve sürünün karşısında dimdik durarak haykırır; “bu kıytırık bir şey” diyerek, çıplaklığını ortaya koyar kralın, bitirir bir anda, sıfırlar kıytırığı ve söndürür hararetini kıytırıkçının, sesinin şiddeti de etkisi de düşer o zaman. Haykırış, sürüyü de uyandırır genelde, farklı bir ses, bakış, yorum gelmiştir artık, bilgi hakim olmuştur konuya, mantığına hitap edilmiştir sürünün, kafalarda, zihinlerde çakan şimşek düşünmeye zorlamıştır kişileri ki devasa bildiklerinin aslında basit, alâlade olduklarını anlar ve dönüşüm başlar, düşünen, gerçekçi, çözümleyici, bilgili topluma doğru. Kişi, karakterini sergiye çıkarır aslında, söyledikleri, savundukları ve destekledikleri ile daima. Bu noktada, kıytırığı savunmak, kanıtlanmış basitliğin ve belgelenmiş değersizliğin arkasında durmak, kıytırıklığı ile bilinenlere destek olmak, sürüsüne katılmak “aklını kiraya vermek”tir aslında. Cehaletten kaynaklanırsa eğer bu durum, daha masumane görünse de kurtarmaz kişiyi kiralık olmaktan. Hele bir de bile bile, göre göre, menfaatleri icabı kıytırıkçı yamağı olanlar var ki “satılmıştır” akılları, beyinleri onların ta ki yeni bir çıkar ortamı oluşuncaya kadar. BİLGİ, KIYTIRIKÇILIĞI ÖNLER (03.09.2021) |
![]() |
DÖNGÜ ; Herhangi bir olayın birden fazla tekrarlanması veya olayın gerçekleşme süreci sonrasında başa dönülmesi, sürecin aynen veya benzer şekilde tekrar edilmesi olarak ifade edilen döngü, günlük hayatımızda en çok yaşadığımız durumdur. Sabah uyanma ile başlayan, kahvaltı, giyiniş, evden çıkış ile devam eden ve akşam eve dönüş, yemek, dinlenme, yatış ve uyku olarak sona eren her yeni bir gün onlarca döngüyü içerir aslında. Bazen düzenli hayat, rutin yaşantı dediğimiz, değişmesini çoğu zaman da istemediğimiz, normal akışı bozan durumlarda ise telaşlanıp baş etmeye çalıştığımız, şekil değiştirmeye müsait, esnek bir süreçtir döngü. İnsan, döngü içinde yaşarken rahattır aslında, kolundaki saat en büyük yardımcısıdır, saate bak kalk, araca bin, işe git ve ve saate bak uykuya başla. Ancak, sayılı dakikalarla var olduğumuz dünyada, zamanımızı bir çember ile sınırlayıp sadece günlük, “her zamanki gibi” yaşamak, günleri sıradanlaştırmak, günün nasıl geçti sorusuna “aynı be ya” cevabı ile yaşıyor olmak, maalesef aynı durakta yıllarca beklemekten, aynı çayırda otlayıp durmaktan başka bir şey olmaz. Hele bir de kurulan döngüde verim yoksa, kendisi, ailesi, çevresi ve hatta insanlık için bir katkı oluşmuyor, katma değer üretilemiyorsa, bir ışık olunamıyor, yeni kapılar açılamıyorsa birileri için, yazılmıyor, anlatılmıyor ve de paylaşılmıyorsa eğer, rahatlığa razı olunmuş, kanıksanmışsa bir de tüm bunlar, döngü kısırlaşmıştır artık. Kişi, öncelikle karakter yapısını, kısır döngüler içine girmeyecek şekilde geliştirmeli, “yaşam boyu öğrenme” temel prensibi içinde daima yenilikçi, her alanda üretim, verim, katkı amaçlı bir yaşam felsefesi benimsemelidir. Özellikle, çalıştığı ortamda yaptığı iş döngüye girdiğinde, sadece kontrol eder hale gelindiğinde, fazlaca yenilik yapılamayacağı ortaya çıktığında, değer katılımı sıfırlanmış, var olan kapasite günü çevirmeye, mesai saati sonunu beklemeye başlamışsa eğer, kişisel gelişim durma ve hatta geriye gitme, anıları yâd etme noktasındadır ki körelen heves, azim ve merak duygusu hem kişi hem de işyeri, ülke ve de insanlık için büyük kayıptır aslında. Bu durumda, rahat batmalıdır kişiye, alınan ücretin hak edilmediği, kazancın kalitesinin düştüğü bilinmeli ve rahatsızlık vermelidir mutlaka. Çareler aranmalı risk alarak, bazen birim, bazen de iş değiştirerek kırılmalıdır döngü ve çıkılmalıdır derhal; yeni yeni konulara karışmak, çözmek, öğrenmek, kapasite kullanımını arttırmak, mesleki tatmini çoğaltmak için, kıvılcım olabilmek gelişmelere bir nebze ve aydınlatmak dünyayı nasip ölçüsünde. DÖNGÜ KÖRELTİR, MUTLAKA KIRIN (27.08.2021) |
![]() |
RİSK ; Bir sonucun beklenenden farklı olma ihtimali veya zarara uğrama tehlikesi olarak tarif edilen risk, sadece yatırım veya kazanç ile ilintili parasal bir terim değil günlük yaşantımızda dikkate alınması gereken, davranışlarımızın sonuçlarını, etki ve tepkilerini de öngörmeyi kapsayan bir terimdir. Niyet edilen her amaç, kurgulanan her eylem, yapımına kalkışılan her iş, bileşenlerden oluşan, düşünsel veya nesnel birçok parçaya sahip bir sistemdir aslında. Bileşenlerin birbiri ile etkileşimi sistemin içsel, bunların sistem dışındakileri etkilemesi veya etkilenmesi ise dışsal ilişkileri oluşturur ki her etkileşim risk içerir. Öncelikle, amaç, malzeme ve ekipman, kullanılacak metot, ilişkili kişiler gibi eylemin içsel ve dışsal bileşenlerinin doğru belirlenmesi, karşılıklı etkileşimlerinin doğru tahmin edilmesi ile işleyişin iyi yönetilmesi, risklerin en aza indirilerek maksimum faydaya erişilmesi mümkün olabilir. Belirsizlikleri olan, uçuk ve çok fazla inisiyatif içeren, öngörüleri yetersiz, çözülememiş noktaları, alanları bulunan, “kervan yolda düzelir” yaklaşımı ile girişilen işler risklerle doludur, sonuç genelde hüsrandır, yıpratıcıdır ve maliyetlidir. Her eyleme, sistematik her çalışmaya başlamadan önce karşılaşılabilecek riskler çok iyi belirlenmeli, çözümler daha başlangıçta geliştirilerek riskler azaltılmalı ve risklerin etkilerini en aza indirecek yöntemler kullanılmalıdır. Risk analizi, risk yönetimi teknik tanımları içindeki bu çalışmaların boyutu konuya göre değişkenlik gösterir, bilgi ve tecrübe gerektirir ve hatta uzman yardımına ihtiyaç duyulabilir. Ancak, risk kavramı kişinin düşünce sistemine yerleşirse, karakterinin bir parçası haline gelirse, tecrübeleri ile risk algılama yeteneği gelişerek doğru ve gerçekçi yaklaşımların yanında olumsuzlukları en aza indiren karar destekleri ile risk yönetiminde de başarı sağlanır. Öyle ki günümüzde, birisine telefon ederken dahi “araç kullanıyor olması” ihtimalini öngörerek “kaza riskini” düşünüp aramayı ertelemek, konuşmak yerine mesaj yollamak dahi risk-analiz-yönetim içinde düşünülebilir. Ya da yürürken “selam vereceğiniz” kişinin gösterebileceği tavrı öngörerek selamdan vazgeçmek veya bir arıyı kışkırtmamak gerekebilir bazen. Hele bir de “şaka olsun” diye yapılan eylemler var ki risk analizi namümkün, yönetimi ise tam bir arapsaçı. “Günlük yaşam risklerle dolu” ifadesi doğru olsa da hayat devam ediyor. Önemli olan, riskin dert oluşturmadan, fazla üzücü, kırıcı, yıpratıcı olmadan, maddi ve manevi kalıcı hasarlar bırakmadan, zihni ve bedeni izlerine engel olarak eylemlerimizi ve ilişkilerimizi düzenleyebilmektir. RİSK ANALİZİ VE YÖNETİMİNİ BENİMSE (01.08.2021) |
KİBİR ; Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, benlik olarak tarif edilen kibir, her insanda farklı miktarlarda bulunan, bazılarında sık sık bazılarında ara sıra gözlenen, bir gömlek misali zamana, ortama ve hatta muhatap kişi veya gruba göre değişkenlik gösteren kişinin kendine has bir duygusudur. Bazen de bir organ misali kişinin karakterine öyle yerleşir ki bir ur gibi sürekli büyüyen, sertleşen uzuv haline gelir, kesilip atılamaz. Kibir, taşı gediğine koyma noktasında, tevazunun hor görülmeye başladığı, iyiniyetin suistimale uğradığı durumlarda, dozajı iyi ayarlanarak, ortam seviyesini düzeltmek ve bir ölçüde kalibre etmek için “nebze” ölçeğinde kullanımı gerekli olabilir bazen. Amacın “böbürlenmek” olmadığı açık ve bariz olarak gösterilirse ve bu şekilde anlaşılması sağlanabilecekse eğer hoş görülebilir genellikle. Anlamsız bir itiş kakış, kısır döngü oluşmuşsa, çıkılamıyorsa eğer, daha büyük yıpranmaları, kırılmaları, ortam gerginliğini sonlandırmak için “bu saçları değirmende ağartmadım” genel ifadesine atıfla “ben” ile başlayan bir kibirli cümle çok şeyi çözebilir bazen de naifçe. Kişiyi önceden tanıyanlar, konuşmanın öncesine hâkim olanlar ile ortamı analiz edebilenler “kibirli” sıfatını yapıştırmazlar hemen, “nokta” konulmak istendiğini anlarlar zaten. Kibir, kişiliğe yerleşip, davranışları etkilemeye başladığında, asgari seviyede tevazu beklenen duygu ve düşünceleri dahi etkileyerek başkalarını aşağılayıcı, değersizleştirici, hakir görücü hareketlerle ortaya çıktığında, hem kişi hem de toplum için tehlikeli hale gelir. Öyle ki, yolda karşılaşmak istenmez, gereksiz yere üzülmemek, yıpranmamak için yol değiştirilir bazen de. “Kibirli” sıfatı ile anılan kişinin dengesi aklından ziyade ur haline gelmiş kibrin kontrolündedir artık. Öngörülemeyen tavırlar, yanar-döner kişilik halleri herkesi olumsuz etkiler ki nasıl davranacağını bilemez insan, sırtını da dönemez, görmezden de gelemez bazen. Canının sıkılacağını, moralinin bozulacağını, gününün zehir olacağını ve hatta ilaç alacağını bilmesine rağmen, işiteceği kibirli cümlelere, maruz kalacağı kibirli hareketlere razı olur, boyun eğer veya öyle görünür mecburiyetten. Eğer, mevki, makam sahibi ise, yöneticisi ise birilerinin "kibirli" kişi, bir takım yetkilere sahipse ve bir kılıç gibi sallıyorsa iki de bir, vah ki vah orada çalışanlara, o ortamda bulunanlara. Kibirli, “kifayetsiz muhteris” ise aynı zamanda, cehennemi yaşar insan henüz ölmeden, aynı gün içinde defalarca. Uzva dönüşmüş kibir sökülemeyeceğine göre, kaçmaktır çare çoğu zaman, ardına bakmadan ve havale ederek ilahi adalete. KİBİR, ESARETTİR, BOĞMA-BOĞULMA (31.07.2021) |
![]() |
ISRAR ; Direnme, diretme, üsteleme anlamları ile ısrar, bir durum karşısında kişilerin fikirlerini, duruşlarını karşı tarafa kabul ettirmek için sergiledikleri tavırdır, davranıştır aslında. Kişi, ısrarında öyle bir noktaya gelir ki ortam inatlaşmaya dönüşür, tamamen katılaşır, milim oynamaz duruşundan, fikrinden. Israr, hoş bir yaklaşım, davranış biçimi olarak kabul görmez, ısrarcı olmak da arzu edilmez genelde. Ancak, olay öyle bir duruma gelir ki; ortamda, akıl ve mantık dışına çıkılmış, konu ise bilgi ve tecrübeden uzaklaşmıştır artık. Kişisel hal ve tavırlar, mevki-makam, yetkinin kullanımı başlamış, ses tonu ortama hâkim olmuş, duygular işe karışmış ve “sen”, “ben“ ile cepheleşilmiştir. Bu durum, ısrarın bittiği inatlaşmanın başladığı noktadır ve artık çözüme de ulaşılamaz, en azından şimdilik. Derhal ara verilmeli, ortam dağıtılmalı, mümkünse kaçılmalıdır oradan ki fevri ve cebri bir durum oluşmasın, pişmanlıklara sebep olunmasın, ruh ve beden sağlığı yıpranmasın, gerilmesin ortalık daha fazla, soğumaya bırakılsın konu, zamana sarılsın ve rafa kaldırılsın bir süre, “ya deve ölene ya deveci ölene dek” bazen de. Biliyorsa kişi konuyu, öncesine ve sonrasına hakimse, öngörebiliyorsa çıkabilecek olumsuzlukları bilgisiyle ve tecrübesiyle, hele bir de geri dönüşü yoksa yapılmak istenenin, o zaman “ısrarcı” olma hakkını da bulur kendinde doğal olarak. Çünkü kazanımları ile savunduğu ısrarının karşısında, mantıksızlık, bilgisizlik ve de merkezinde “kibir” olan bir kişilik yapısı ve hatta bir grup da yer alır ki bazen, akıl sahibi biri için kabul edilemez bunlar. İstenen; akıl-akıl, bilgi-bilgi, mantık-mantık, tecrübe-tecrübe tartışması iken, gelinen nokta sen-ben olmuş, “asla kabul etmiyorum, etmeyeceğim” ile anlamsızlaşmıştır artık konu. Israr, “ikna”ya evrilerek, fikirler paylaşılarak ideal çözüme kavuşulacakken “inat”a dönüşerek çıkmaza girilmiş, ortam fitnenin eline geçmiş, zulüm başlamıştır maalesef. Kaçan kurtulacaktır muhakkak, ancak, her zaman mümkün olmaz bu kaçış, etkiliyordur seni doğrudan ve sarılmak isteniyordur bir bela uzun sürecek, riskleri kabullenmen dayatılıyordur gerekmediği halde ki; kaçamazsın. Bazen, söylersin fikrini, kanıtlarsın bilgi ve belge ile, hitap edersin akla ve mantığa, ancak kabul görmez yine de. “Siz bilirsiniz” demek de bir kaçıştır aslında olaydan, ısrardan ve de gerilmesinden ortamın. İkna olmasa da birileri, kazanımları aktarmış olmanın huzurunu duyarsın, bilginin kefaretini ödemiş, zekâtını vermiş olmanın rahatlığını yaşar, teselli bulur, razı edersin kendini bir nebze, ta ki “ben demiştim” diyene kadar. DOĞRUDA ISRAR, YANLIŞI ÖNLER. (09.07.2021) |
![]() |
GIPTA ; Başkalarında bulunan bir özellik ya da varlığa karşı duyulan özlem, imrenme olarak tanımlanan gıpta, çoğu zaman dile getiremediğimiz, bazen içimize cız diye yakarcasına saplandığı hissedilen, bazen de iştah kabartan duygudur aslında. İmrenirken kişi, yüzünde ve gönlünde bir sevinç, sesine ve sözlerine yansıyan bir mutluluk da hisseder ki gıptayı, haset ve kıskançlıktan ayıran en bariz farktır bu. Günlük yaşantımızda, “gıpta eden” olarak özne veya “gıpta edilen” olarak nesne durumunda kalıyoruz çoğu zaman. Etken olarak gıpta ederken, beğenilen veya hoşlanılan bir şeyi edinme, sahip olma, ona benzeme isteği ortaya çıkar ki kişiyi hoş bir âleme götürebilir. Gıpta, ölçüsünde olursa eğer mutlu olmanın, sözle, yazıyla da ifade edilirse eğer mutlu etmenin de en kolay yoldur aslında. Hatta, bir kıvılcım, ateşleyici, gayret verici, harekete geçirici, ivme kazandırıcı da olabilir bazen. Yine de, etkilenip yön çizebilmek için, son tahlilde karar kişiye ait olmalı ki “senin yüzünden” cümlesi yıkımla kopuşu değil sevinçle kavuşmayı getirsin. Biriken, gün geçtikçe artan imrenmelerle kişi, bir “özlemler dünyası” oluşturursa eğer, varları ile yetinmeyen kişilikler ortaya çıkabilir, tedavi süreci de kaçınılmaz olabilir. Edilgen olarak, sahip olduklarımızın gıpta edildiği durumlarda, üstenilen yük de daha fazladır aslında. Öyle ki, gıptanın şekli de, büyüklüğü de kontrol dışındadır artık. Kim, neyi, ne kadar imreniyor bilme, ölçme, tartma imkânı da yoktur. Kişi, neyi nasıl koruyacağını ve hatta geliştireceğini de kestiremez çoğu zaman. Özellikle, etkilemişse birilerini, ilham olmuşsa birilerine ve yola çıkanlar olmuşsa bir de bu etkilenmelerle, sorumluluk daha da artar o zaman. Hatalar, yanlış yönde gelişmeler, davranışlar ve çöküşler öyle etkiler ki kişiyi “ben mi dedim …” cümlesi dahi anlamsızlaşır. Kişi, gıpta edilen olmaktan nefret edilen, kaçınılan durumuna düşülebilir, onur ve saygınlık seviye yitirebilir maazallah. Korkmamalı insan, gıpta eden veya gıpta edilen özelliklere sahip olmaktan. Bazen, farkında olmadan harekete geçer düşünceler, etkilenir davranışlar ister istemez ve yol alınır bir ölçüde. Bazen de ışık olunur, yol açılır birilerine bir nebze. Ancak, yine de insan, "imrenilen özelliklerini" kem gözlerden, fesat kişiliklerden koruma gayretinde olmalı; bazen gizleyerek, bazen cebren ve her zaman dua ile. GIPTA EDİLEN ÖZELLİKLERİN OLSUN. (08.07.2021) |
![]() |
TEMEL ; En önemli, belli başlı, ana, esas, asıl ve bir şeyin gelişimi için gereken ögeler anlamında kullanılan temel, bir yapının yüklerini zemine aktaran nihai yapı elemanı olarak da teknik anlama sahiptir. Dolayısıyla temel, nesnel bir kütlenin, sözel bir konuşmanın, edebi bir kitabın kurulduğu, kurgulandığı, üzerine inşa edildiği bir tabandır. Birey ölçeğinde temel, daha doğmadan genetik özelliklerle başlayan ve bir ömür sürecek yaşam taşlarının döşendiği, kişilik özelliklerinin geliştiği, karakterin kazanıldığı, oturtulduğu bir katman ve katmanlar topluluğudur. Kişi, doğduğu gün hazır bulduğu temel üzerinde büyürken, aile, çevre, eğitim imkânları ile ülkenin ve dünyanın şartları gibi etmenlerle gelişen kişilik yapısı, yeni temel arayışlarına girebilir, yapılanma yeni katmanlarda devam edebilir. İlerleyen yaşlarda, bulunulan temel doğuştaki temelin özelliklerden farklı da olur çoğu zaman. Bu farklılık kişisel gelişimin bir sonucu olsa da ve genellikle “iyi, olumlu” olarak görülse de bazen öyle bir kaymıştır ki temel, “vatan için ölürüm” diye başlayan hayat, “vatana ihanet eder” noktaya gelmiş ve hayatı zehir olmuştur insanın. Kişi, zaman zaman bastığı katmanda durulmalı, muhasebe yapmalı, kötülerden kurtulmalı ve olumlu kazanımlarla devam etmelidir yaşamına, kuracağı yeni katmanlara. Toplumsal açıdan incelendiğinde, toplumun geldiği seviyenin oturduğu temel değerler anlaşılır ki ekonomik, kültürel ve sosyolojik gelişimin kaçınılmaz sonucudur aslında. Ancak, milletin tarih içindeki var oluş sürecinde üstlendiği görevler ve kazandığı özellikler ile diğer milletler nezdinde bilinirliğinin pekişmesine yönelik yenilikler, temelleri daha da güçlendirirken, milli değerleri tahrip edici, toplumsal kimliğe zarar verici gelişmeler asla kabul edilemez. “Daima mazlumun yanında olan” bir karakterden "zalimi ve zulmü alkışlayan" bir karaktere geçişi öngören yaklaşım, toplumun genetiği ile oynamaktır düpedüz. Fikirden öte geçen, tartışmadan eyleme dönüşen, cebren ve hile ile yapılan çalışmalar, toplumsal bir karşı duruşa toslar ki kargaşa da kaçınılmaz olur genelde. Ülkeyi yönetenlerin, yönetime talip olanların, temeli “yalan” olan kişisel, toplumsal ve ülkesel her türlü yapılanmanın mutlaka çökeceği gerçeğini unutarak, “menfaatleri” uğruna milletin temel unsurlarına, hassas noktalarına, ulusal kimliğine zarar verme niyetleri, bu yöndeki yıkıcı faaliyetleri desteklemeleri, yol açmaları, kargaşadan fayda ummaları ve hatta sessiz kalmaları, asla kabul edilemez ve savunulamaz. TEMELLER, SAĞLAM OLMALI (03.06.2021) |
ZEMİN ; Yeryüzü, yer, taban, dayanak kelimeleri ile tarif edilen zemin, üzerinde çalışma yapılan altlık, tabaka anlamında da kullanılır. Yapı zemini, sohbet zemini, desen zemini, fikir zemini ve tarih zemini gibi anlatımlar için de kullanılır. Zemin, o kadar önemlidir ki üzerine kurulacak somut veya soyut her şeyin ömrünü, geleceğini, kabul edilebilirliğini ve hatta maddi veya manevi değerini dahi belirleyendir. Kimse, bataklık bir zemin üzerine inşa edilmiş yapıyı satın almaz, zemini zırvalar olan bir kitabı okumaz, yalanlar zemininde ilerleyen konuşmaları da dinlemez. Dolayısıyla, kişi özelinde veya toplum, ülke, dünya genelinde yapılacak her iş veya söylenecek söz, yazılacak, kurulacak tarih ve aktarımların zemini sağlam, gerçek ve güvenilir olmalıdır ki değeri de işlevselliği de süresiz olabilsin. Yoksa, bir sarsıntıda kayar, selde akar toprak, depremde yıkılır yapılar, güneşle solar resimler, ispatlarla çürür fikirler, belgelerle yıkılıverir dayatılmışlar, gerçeklerle aydınlanır yalanlar, rüzgarda uçar kumdan kaleler misali. Harabenin hasarını, altında kalanların büyüklüğü belirler daima, ya gariban halk ya da sefil bir ülkedir genelde. Birey, yanlış zeminde yürürken bazen, kurarken bir yaşam dönemini veya konuşurken fikirlerini, fark eder etmez oynaklığı, hemen kurtulabilmeli bu durumdan, çıkmalı bakla dilin altından ve yutulmalı hemen. Gereksiz ısrar ve inatlaşma, daha da sarsar yapılanı ve zorlaşır tamiratı hasarın, çoğaldıkça söylenenler, arttıkça maliyet, harcandıkça zaman ve itibar. Kişi için daha kolaydır zemin değiştirmek, etkilenen çevre daha dardır, zarar ziyan da nispeten daha onarılabilir olur genellikle. Sabitlenmek çürük zeminde, direnmek ve hatta savunmak oynak fikirleri, zor, tehlikeli ve yıpratıcıdır daima. Hele baş koymak yalan yanlış dayatılmışlara, kelleyi de, itibarı da, onuru da alıp götürür bazen maazallah. Toplum önünde zemin oluşturanlar, zemini kullananlar, zemin üstünde var olanlar ve yükselenler, önderler, liderler, yön verenler ülkeye ve hatta dünyaya, mutlak surette “sağlam yere basmak”, her türlü çürüklük ve havailikten uzak olmak durumundadır. Bu zorunluluğu algılamayanların, bireysel kayıplarının, çökmüş davalarının, toplumsal hasarlar yanında hiçbir önemi yoktur. Yanlış kurulan zeminlerde çizilen yönler, girilen yollar, alınan kararlar, uygulamalar, ülkenin geleceğini yıllar ve asırlar boyu etkiler çoğu zaman. Tarihe bırakılsa da yargılama, kayıp, parasal olarak ve göreceli ifade edilse de, asıl kayıp heba olmuş zamanıdır ülkenin, fiyatı biçilemez şekilde. OYNAK ZEMİN, OYNATIR. (02.06.2021) |
![]() |
HASRET ; Herkesin içinde, derin bir yerlerde saklı kalanlara duyulan hisler, özlemdir, hasret. Beraber kullanıldığı fiiller ile bir eylemi, hasretin tarafını da ifade eder aslında. Hasret bırakmak ile özleten, hasret çekmek ile özleyen, hasret gitmek ile göçen bu dünyadan, hasret kalmak ile uzaklardakini ümitsizce bekleyen anlaşılırken, hasret gidermek ile kavuştuğu özlenen ve özleyenin, hasretinle yanmak ile özlemin şiddeti vurgulanır aslında. Hasretli olmak ise birilerini bekleyenleri, özlem duyanları ifade eder, naifçe. Özleten ile etken mi, özleyen ile edilgen mi olmalı kişi? sorusuna, genel anlamda “az ondan az ondan” cevabı verilse de, asıl belirleyici olan kişinin karakter yapısı, kişilik özellikleridir aslında. Özleten, suçludur daima “özlem”e sebep olduğu için, faydalıdır da hasreti gidermenin, kavuşmanın anahtarı olduğu için. Bir telefon, bir görüntülü arama, bir yerlerde buluşma, kalkıp ayağına gitme ile bitse de özlem bir virgül misali, yeni bir özlemin de başlangıcı olur bazen. İstenmez genelde yeni hasretlikler, ama iş ve aile hayatı, şartlar zorlar kişileri “Allaha ısmarladık” demeye, gözden ırak olmanın gönülden de ırak olacağını bile bile. Bazen de “nasipse görüşür” der insan, özellikle yaş ilerleyince, tekrar kavuşma umudunun olmadığı ifade edilir üzüntü içinde. Özleyen, hasreti çekendir zorda olan, imkânlar nispetini bilmesine rağmen, çaresizce bekleyendir çoğu zaman. Ah üstüne ah söylerken dil, ıslanırken yanaklar, terlerken alın, sıcaklık kaplarken bedeni, bakarken uzaklara gözler, dalıp giderken gönül derinliklere; kimisi şiire döker, kimisi şarkıya, yazıya veya mektuba hasretini, bazen de resimle, heykelle ifade eder, başkalarına aktarabilmek, paylaşabilmek için özlemini. Umuda bir davettir bazen yazılan çizilenler özleyenler için, bir hatırlatmadır, uyarıdır bazen de özletenler için özlemi gidermeye yönelik. Bazen eline alır kitabı, okurken arar kendi hasretlerine benzer, ortak başka özlemleri ve kavuşma hikayelerini, mutlu son dileyerek kendisi için de. Biraz burukluk içerse de hasret, kişiyi canlı da tutar, hayatında, zihninde, yüreğinde bir yer bulur ve korunur oralarda erişinceye kadar. Zaman zaman hatırlanır, bir “ah” çekilir bazen, birkaç gözyaşı da eklenir depreşen özleme. Abartılmamışsa, kara sevdaya dönüşmemişse, kavuşabilme ihtimali varsa halâ, tedavilik durum da oluşmamışsa, kişiyi ve çevresini olumsuz etkilemiyorsa, üzmüyorsa fazlaca, ayarında tutulabiliyorsa iyidir hasret, hislenmek için sessizce, zahmetsizce, kendi kendine. ÖZLEMLERİ GİDEREN OL. (31.05.2021) |
![]() |
SEVİYE ; Belli bir kıyas noktasından grup elemanlarının bulunduğu düzey, katman, basamak olarak tarif edilen seviye, her türlü sıralama, kıyaslama, ölçme ve gruplandırma amacıyla kullanılır. Kişilerin, çeşitli açılardan tabi tutulduğu, bilimsel veya bilimsel olmayan yaklaşımlarla ortaya konan seviye belirleme çalışmaları vardır ki, önce kişiler sonra da topluluklar yer bulur kendilerine. Hayat sürecinde alınan eğitim ve öğretim, yetişilen aile ve çevre, kültürel ortam, karakter yapısı, hayata bakış, ders alabilme ve öğrenebilme yeteneği, kişisel ve ruhsal gelişim, sağlanan imkânlar, üzerine yapılan yatırımlar, özen ve intizam kişinin seviye kazanmasına etki eder. Öyle ki, iki kişi yan yana gelse, birkaç kelam etse kıyas çizgisi çekildiğinde, seviyeler ve farklar ortaya çıkar hemen, birisi bir konuda diğeri başka bir konuda kıyasın üstüne çıkıverir. Kişileri karşılıklı olarak geliştiren, öğrenmenin zahmetsizce olduğu, bilgi, görgü ve yeteneklerin aktarıldığı, tatbikatının görüldüğü bu durum, genel anlamda olumludur her zaman. İyi niyet temelinde paylaşılan her şey katkı sağlar her seviyedeki için. Ancak, kibir oluşmuşsa ortamda, kasılmışsa çok bilen ve ezme niyeti anlaşılmışsa, “etki” gücü kullanıma girmişse bir de, “tepki” de beklenmeli karşıdan ister istemez. Eğer, artan seviye kişilikleri etkilemiş, hor görme de gelişmişse, baskılanmış eziklik baskı kurma, dayatma eylemine dönüşmüşse “çatışma” kaçınılmazdır artık. Karşıdakini değersizleştirme, “hep bencilik” hakimse ortama, çatışmasız çözüm terk etmektir orayı hemen. Bazen mümkün olmaz bu kaçış, amirdir, patrondur, komutandır ve hatta binilen aracın şoförüdür bazen de. Gerdikçe gerer ortamı zalimce, dişini geçirmenin hazzını duyarak ve tahrik eder eylemsizliğini patlaman için, sabır da zordur bu noktada ama haklı iken haksız duruma düşürmek de vardır zulmün içinde. Günlük yaşantımızda, biriyle temas kurulduğunda veya bir gruba girildiğinde, ortamdaki seviye bir çok açıdan değerlendirip, kendi seviyene uygunluğunu tarttıktan sonra olabilecek sürtüşmeleri öngörüp kalıp kalmamaya karar vermek, çatışmasızlığı seçip ortam değiştirmek, riskleri en aza indirmektir en kolayı. Doğru tespitler için kişinin kendini de tanıması esastır ki çatışmaya sebep olmasın, seviye düşse dahi kazasız belasız sıyrılabilmeyi başarsın. Eğer, hasta ediyorsa birileri, onları tedavi için zaman harcamayı bırakmak, boşa uğraşıp kendine eziyet etmekten çok daha iyidir her zaman. SEVİYENDE YAŞA. (31.05.2021) |
![]() |
HEDEF ; Nişan alınacak yer, nişangâh olarak silahlarla ilintili cümlelerde kullanılan hedef, yapılması tasarlanan iş, amaç, varılacak yer anlamlarıyla günlük yaşantımızda yer bulur. Ulaşılacak son nokta belirlenerek kısa ve uzun vadeli planlamalar ile adımlar atılır, yola revan olunur, çıkacak engeller aşılır, gayret sarf edilir. Bazen çaba yetmez, destek almak, güç yetmez yardım gerekir bazen de vakit yetmez zamana yaymak gerekir erişebilmeyi. Hedef, varmak için konulmuşsa ufka, kişi bir istikamet üzeredir artık. Öngörüler geliştirip ilerlemek, hal ve tavırlarını buna göre şekillendirmek, kararlarını amaca yönelik geliştirmek ve uygulamak durumundadır. Her zaman olumlu sonuçlanmasa da verilen ara kararlar, değişiklik gerektirse yolda sapmalar olsa da, frene basılıp yavaşlansa soğutulması gerekse de heyecanın şiddeti bazen, korunabiliyorsa hedef ve hedefe varış azmi, daima diri kalır çabalar, canlıdır niyetler, düşünceler ve şevklidir kişi her zaman. Ailesi ve yakın çevresine de rol düşer yürünen yolda, kimi az kimi çok etkiler varış sürecini ve bu süreçteki aşamaları. Kazanılmışsa zafer, erişilmişse ufka, mutlu ve huzurlu ise varış, anılarda kalır tüm gayretler, kişiler, olaylar, bazıları buruk olsa da. Hedef, yoksa eğer vadeli-vadesiz, amaçsızsa o gün, boşluktadır kişi ve bu tür kişilerden oluşan toplum, topluluklar. Birileri, hiç de iyi niyetli olmayan türler, boş adam ararlar kendi hırs ve amaçları için kullanacak, yönlendirecek ve dahi köleleştirecek, sadece zamanlarını değil iradelerini de ele geçirip zırvalarını yaymak, bağırtmak için, “çok” görünebilmek için “boşluk”takilerle genelde. Eğer, kan deli ise bir de, ortada güç ve enerji de oluşmuşsa, daha bir değerlidir deli-kanlı kullanılmak için, yakıp-yıkmak için başkalarının hedeflerini, yapılmışları, kazanımları bazen ve hatta ülkeyi bilinmeze, çıkmaza sürüklemek için bazen de. Hedefsiz, bilmez çoğu zaman neye hizmet ettiğini, dayatılmış amaç peşine itildiğini, verilmiş payenin geçici olduğunu, işi bitince çöp olacağını ve bir çöplükte bulacağını kendinin. Hedefleri olmalı kişinin, günlük, ömürlük, bu dünya ve öbür dünya için. Sarılmalı hedeflerine; bazen yalnız, çoğu zaman ailesi ve çevresi ile. Koşarken hedeflerine; başkalarını da dahil etmeli, büyütmek için hedefleri, arttırabilmek için toplumsal faydayı, çoğaltabilmek için kazanımları insanlığa yönelik. Şimdilik erişilememiş hedefler, hedef havuzlarında toplanmalı, “İstanbul, elbet bir gün fetih olunacaktır” misali, miras kalabilmeli gelecek nesillere. HEDEFLERİNİZ BOL OLSUN. (30.05.2021) |
ZIRVA ; Konuşmalar esnasında, saçma sapan, boş ve anlamsız sözleri, temelsiz ifadeleri nitelemek için kullanılan zırva, kişinin zannına, kafasındaki kurguya, genellikle yanlış değerlendirme ve algılamaya dayalı cümleleri kapsar. Yazıya döküldüğü zaman ifadeler, kısa da olsa bir süre geçmiş de yeniden okunmuşsa yazılan, yazan kişi de anlar, görür boşluğu ve düzeltme yoluna girer zırvalamış olmamak için genelde. Israr edilirse zırvada ve kasıt varsa ısrarda, saçmalık; yalan, iftira, karalamaya dönüşür ki ahlaki, hukuki ve vicdani durum sorgulanır artık. Eğer muhatap bir “kişi” ise çileden çıkıp “zırvalamayı kesmesi” sertçe söylenir ve hatta çoğu zaman hiddetli, şiddetli ve kırıcı da olabilir. Mümkün olsa da onarım, bir şüphe kalırsa kişide “yine saçmalıyorsa” diye tüm cümleler, doğrulama gerektirir hale gelirse saygınlık seviye kaybetmiştir artık. Eğer “toplum” ise muhatap, kamuoyu önüne serpilmişse zırvalar, hemen karşısında olan “saçma sapan” diyenlerle zırvadan medet uman, menfaat elde etmeye çalışan, sürünün sayısını arttıran “zırva destekçileri” ve yenileri de ortaya çıkar hemen pay kapmak için ortamdan, daha da bulandırmak için bazen de. Madem ki “boş ve anlamsız”, neden söylenir, meşgul edilir insan ve toplum ve nasıl destek bulur saçmalıklar, hatta niçin taraf olunur anlamsızlığın yanında iradesizce ve teslim olmuşlukla. Kişi, bilincinde olsa, zırva konuşma ve yazmanın aslında kişiliğinin sorgulanmasına, karakterinin değerlendirilmesine ve yargılanmasına yol açacağını, itibarının zedeleneceğini, dinlenebilir, okunabilir olmaktan uzaklaşacağını ve dahi güven kaybedeceğini bilse, halâ ister mi zırvalamayı. İdeal cevap “hayır tabii ki” olsa da maalesef, asıl sorun kişilikte ise, kiralanmaya, satılmaya müsaitse eğer ve yemliyorsa birileri zırvaladığı için, gündem oluşturmak ve kalmaksa asıl niyet, kapışılıyorsa saçmalıkları, oluşmuşsa havada kapan çevreler, göreceli olarak zirvede bulmuşsa kendini, tam gaz devamdır zırva ve yeni zırvalamalara kalabilmek için orada. Ancak, şapka düşer bir gün ve saçın rengi görünür, gerçekler bir güneş misali aydınlatır ortalığı ve kavurur bütün zırvaları, yıkılır zırva tepeleri ve alaşağı olur zirvesindekiler. Hatırlanmasa da adları çoğu zaman, arşivlerde kalsa da zırvalar, ara sıra gösterilse de çirkinlikleri ve anlamsızlıklar, verdikleri zarar ziyan, zulüm, eziyet kalır geride ve yenmiş hakları, çalınmış zamanları kişilerin ve toplumun, tutmasa da izi kalmış çamurlar, ruhlardaki hasarlar, kırılan kalpler, gönüller. ZIRVA, MUTLAKA ÇÜRÜR. (28.05.2021) |
![]() |
ZEKA VE AKIL ; İnsanın düşünme, değerlendirme, algılama ve bir yargı oluşturup sonuç çıkarma yetenekleri olarak tarif edilen zeka, “zeki” sıfatı ile kişiler, “zekice” ile davranışlar için kullanılıyor. Akıl ise düşünme, anlama, kavrama gücü, hükmetme kapasitesi olarak açıklanıyor ve “akıllı”, akıllıca” sıfatları ile yer buluyor. Ebeveynler üzerinden çocuğa aktarılan genetik özelliklerin yanı sıra, özel olarak da kişiye Allah tarafından verildiği öngörülen “zeka” ve “akıl”, elle tutulamasa da, çeşitli metotlar geliştirilse de net biçimde ölçülebilmesi mümkün olmuyor. Bir konuda yüksek olsa da seviye, başka bir konuda silik kalabiliyor. Zeka, doğuştan gelen kazanımların üstüne eğitim, bilgi, yetişme tarzı ve imkanları, geliştirilen farklı yönler ile yeni durumlara uyabilme, yeteneklerin uyumlu çalışması ile yeni çözüm yolları bulabilme becerisi olup hazır cevaplık ve ani fikir üreticilik, sorun çözücülük olarak çıkıyor karşımıza. Kullanan kişinin karakter yapısı ile de ayrıca bir önem ve değer kazanıyor, yer buluyor zeka. Öyle ki, kendini "zeki" olarak gösterme gayretinde olanların, bunu bir kişilik özelliği olarak sunanların “zekiyim” diyerek yaptıkları değerlendirmelerin bilgiden uzak olduğu, duyumlar ve önyargılarla, hatta oturdukları mevki ve güce dayanarak yaptıkları ortaya çıkıyor ki genelde çuvalladıkları görülüyor. Buna göre alınmış kararların zırva olduğu, zaman, emek ve masrafların boşa gittiği anlaşıyor, fiyasko ile sonuçlanınca da zekası tartışılıyor zeki’nin, yeni durumlar için de puanlanıyor, tabii ki. Akıl, sahip olunan kapasitenin eğitim ve öğretimle bilgi yoğunluklu olarak geliştirilmesi, yetiştirilen ortamın etkileri ile ilgi alanlarının belirlenmesi ve öğrenilmesi, kazanımların arttırılması, gerektiği yerde kullanma ve karar oluşturma gücü olup tüm birikimlerin, dinginlik içinde, sakin düşünme, alternatifler geliştirme, eğrisini doğrusunu analiz etme ve yeteneklerin değerlendirilmesi imkânı sunuyor. Akıllı kişi, duygu temelli değil bilgi temelli, araştırıcı ve geliştirici, duyumdan ziyade ispatlı ve belgeli, gerçeklerle hareket eden, kararlar verendir ki başarı ile birliktedir genelde. Zaman alsa da bazen yargı koyabilmek, sıkışık dönemlerde yol açabilmek sabır gerektirse de kolay değildir bilgi havuzundaki birikimleri süzebilmek, bağlantılar kurabilmek, anlamlar, kavramlar geliştirebilmek, planlar, kıyaslar yapabilmek ve hükme varıp imza atabilmek altına. Hatta, çamur atıcılara karşı savunabilmek, arkasında durabilmek imzanın, çok yıpratıcı ve zordur aslında. AKILLI OL SAĞLAM BAS, ZEKA UÇURUR (25.05.2021) |
![]() |
İYİ Kİ ; Geçmişteki bir olayın anlatımı esnasında, “güzel bir rastlantı olarak, ne mutlu” anlamında kullanılan, bazen de “bir durumdan veya kişiden kurtulmuş olmayı” ifade eden “iyi ki”, yapılmış bir iş, hal ve hareketin sonuçlarından mutlu olunduğunu, sevinildiğini gösterir daima. “İyi ki”, zamanında verilmiş ve bugün dahi arkasında durulan, eksiğiyle fazlasıyla savunulabilecek bir karardır, başlangıçtır aslında. Bireysel söylenebildiği gibi, aileyi, çalışma hayatındaki bir olayı, büyük kitleleri etkileyen kararlar ve olaylar için söylendiğinde anlamı ve değeri devleşir, daha bir sahiplenilir, etkisi yüzlerce yıl sürebilir ve üzerine tarih yazılabilir bazen. Kuşkusuz “iyi ki”nin olumlu sonuçlarından mutlu olanlar olduğu gibi, olumsuz etkilenenler, zarara uğrayanlar da olacaktır her zaman. Hatta üzerinden yıllar geçince eleştiriye çok daha açık hale gelecektir, o günkü durum; şartlar ve imkanlar bilinmediği, nasıl bir ortamda geliştiği, başladığı, bittiği anlaşılamadığı için. Kişi, tüm detayları bildiği halde, “iyi ki yapmışım ama ...” diyerek kendisi de eleştirebilir durumu, bugün “o gün” olsa daha farklı veya daha olgun bir karar verebileceğini ima ederek. Yine de keşke demeden bitiyorsa eleştiriler, pişmanlık seviyesi düşükse, yüzde bir tebessüm kalabiliyorsa eğer, “iyi ki”nin mutluluğu, sevinci devam ediyordur halâ. İnsanlar diyorsa “iyi ki …”, bu gurur kişi göçüp gitse de dünyadan, daima söylenip yazılacaktır hanesine. Yıllar sonra, “iyi ki” derken kişi; yüzü asılır, sesi titrer, sinirleri gerilir bazen, “o gün”ü hatırlayınca. İyi ki ile varılan sonuç memnun edici olsa da, “iyi ki”ye götüren süreç, sebep olan kişiler, yaşananlar ve izleri beliriverir. Bazen kesip atılmışlık vardır, bazen kurtulmuşluk, silinmiş ve arka dönülerek gidilmişlik bazen de. “Nereden hatırladım” dercesine burulur insan ve sesli söyler bazen “bu mu geldi aklınıza” diyerek çevresine. Belli olur hemen unutulmak isteniş ama başarılamamış olmak. Kalkınca tozlar üzerinden “iyi ki”nin, birkaç damla gözyaşı ile ıslanır yanaklar yıkanırcasına. Anlatılsa da o günkü duygular ve sebepler, eleştirilir ya da suçlu durumuna düşülür bazen, ama uhde kalmıştır bir yerlerde pişmanlık olmasa, “keşke” denmese de. Ahir ömürde, “iyi ki”lerin çokluğuyla tebessümler beliriyorsa kişinin yüzünde, eğer bir dokunuş olmuşsa çevreye hatta insanlığa, etkilemişse birilerini, sebep olmuşsa yeni açılımlara, meyvesini yiyorsa kuşlar-böcekler halâ, “iyi ki ...” diyorsa birileri hatırlanmasa da ismi, “ne mutlu”. "İYİ Kİ"LERİNİZ BOL OLSUN (21.05.2021) |
![]() |
KEŞKE ; Günlük konuşma dilinde ve dilek anlatan cümlelere başlarken kullandığımız, geçmişteki pişmanlıkları gelecekteki özlemleri vurgulayan bir kelimedir, keşke. Ömrümüzün geçmişinde, günün şartları içinde, söylenen sözler, yapılan hal ve hareketler ve bunlardan etkilenen kişiler, durumlar ve hayat çizgisi, yıllar sonra kişiyi bir muhasebe ortamına sürükler ki bazen kendisiyle bazen de etkilenenlerle hesaplaşır insan. Kişi, bireysel muhasebesini kısa aralıklarla yaparsa, pişmanlıkları da o kadar çabuk ortaya çıkar ve düzeltilmesi, ömür yolculuğunda yeni yolların çizilmesi, zararın ve en aza indirilmesi için fırsatlar yakalanır genelde. Tamir için, bir özür yeterli olurken sıcağı sıcağına, bir hediye bazen de, kucaklaşma da yeterli olur çoğu zaman, içten ve samimi. Zaman geçerde soğursa pişmanlık, mesafeler girmişse araya, telefona kalmışsa iş, zordur artık onarım. Eğer, göçüp gidenler olmuşsa hesap bu dünyada görülmeden, kişi kalır “keşke”leriyle ahir ömründe bir başına. Çoksa keşkeler hesabı kesilmemiş, pişmanlıklarına ah vah ile geçmeye başlamışsa günleri eğer; gönül, zihin, beden kendini yıpratma dönemine girmiş, fiziki ve ruhi rahatsızlıklar en büyük sorun oluvermiştir artık. Gelecek günlerdeki arzular, umutlar için kullanılan keşke, aslında hedefleri de ortaya koyar ki erişim için uygun yolun belirlenmesi, kararların zamanında alınması ve uygulanması, yarına yönelik bugünden bir şeyler yapılmasına sebep oluyorsa eğer, kendisi, ailesi ve yakın çevresi için de olumludur elbette. Ancak, hedef çok “keşke”li, çok etkenli ve çok kişili ise, hele bir de inisiyatifler içeriyorsa eğer, gerçekleşme çok daha fazla zorluklar içerir ki yeni yeni pişmanlıklar oluşabilir. Az “keşke”li, yalın ve erişilebilir, kısa vadeli bireysel özlemler, kişinin hayat sevincini, hayaller kurmasını, amaçlar üretmesini, daima dışa açık olmasını, olumlu düşünmesini geliştirir. Gerçekleşen arzu, çok mutlu ederken aksi durum, “çok keşke”lilere göre daha az üzüntüye sebep olur daima. Ama olsun, pişmanlık en alt seviyede, hesaplaşma en küçük alanda sağlamıştır, birikmeden, düzeltilemez olmadan. Geçmişimizin ve geleceğimizin bir faturası olarak, “keşke” ile başlayan cümlelerle ve tavırlarla yüzleşeceğimiz, yargılanacağımız olay ve durumların azlığını; akla, bilgiye, hukuka, adalete dayalı, aceleci ve fevri olmaktan uzak, Hakk’a teslim daha sade ve kontrollü bir hayat tarzı benimseyerek ve kişiliğimizi buna göre şekillendirerek sağlayabiliriz ancak. “KEŞKE”LERİNİZ OLMASIN (20.05.2021) |
YETER ; “İhtiyacı karşılayacak kadar olan” olarak tanımlansa da, asıl anlamı, konuşma esnasında ses tonuyla veya yazım esnasında önceki ve sonraki cümlelerle ağırlık kazanan, buna göre bazen kibarca “kâfi“, bazen de “eh yeter be” ile hiddet ortaya konulan bir kelimedir, yeter. Kelimenin kullanıldığı ortam ve olay süreci ile bu durum içinde yer alan, kişi veya kişiler de anlamını ve dile getirilişini etkiler muhakkak. Dolayısıyla, “yeter”i söyleyen kadar söyleten de önemlidir aslında. Kâfi ile nezaketin seviyelerinde, “daha fazlasına gerek yok, bu kadarı benim için uygun” olduğu ifade edilir sunan kişiye. Böylece, ısrar kibarca önlenirken sunulana razı olunduğu da belirtilir fazlası geri çevrilirken. İyi niyet temelinde, karşılıklı zarafet öyle bir noktaya getirir ki ortamı, her iki taraf bir hoşluk içinde bulur kendini. Bazen, gönlünden geçer insanın sunulandan “biraz daha alayım” diye ama görgüsü “kâfi” demesini sağlar. Sunan ise “biraz daha alsaydı” derken içinden ikna olur “kâfi” denmesiyle ve son bulur ısrarı, sunumu. Aksi halde, ret, iade, zorlama, dayatma, sinir kelimeleriyle ortam tasvirleri yapılır ki ne muhabbet ne de zarafetten bahsedilebilir artık. Yeter, haykırış tavrı ve bunu destekleyen hal ve ses tonuyla kullanıldığı zaman, ortam herkes için buz keser. “Sonunda patladı” denilse de genel anlamda, “haklıydı, sabır taşı olsa bu kadar dayanırdı” diyenler ile “hiç yakışmadı, bu da yapılır mı” diyenler aralığında yer bulur ortamdakilerin düşünceleri. Asıl önemlisi, kimse bilmez kişinin dolduğu süreci, zorlanan sabrın sınırlarını ve büyüklüğünü, zihnen-bedenen-kalben yaşanılan gerilimi, nasıl bu duruma geldiğini kişinin. Sonuçta hiddetli ve şiddetli bir YETER kalır ortada, eleştirilmeye, kınanmaya, hor görülmeye ve hatta dedikodu yapılmaya müsait. Çoğu zaman, hiddete sebep olan olay o kadar küçüktür ki “bunun için miydi” diye sorgulatırken bardağı taşıran son damla olduğu gözden kaçırılır ya da bilinmez genelde. Hele bir de “yeter”in muhatabı istemezse eğer, doğrudan suçlu durumuna düşürülür ki “hiddetlenen”, terbiye, edep kavramları içinde yargılanıp mahkumiyetin yolu açılır hemen. Halbuki, kuvvetlilerin adil olduğu hak-hukuk zemininde, adalet terazisine konabilse YETER’in sahibi ve amirlerin, güçlülerin, oku-kılıcı-silahı olanların emrine girmemiş, yamanmamış olsa vicdanlar, teslim olmamış, menfaatten arınmış olsa kişilikler, özgür olabilse iradeler ve son damlaya değil de bakılabilse bardağın doluş sürecine, varılacak hüküm de daha kabul edilebilir olacaktır elbet. "YETER !", DEDİRTMEYİN (19.05.2021) |
![]() |
İLHAM ; “İnsanın zihninde aniden ortaya çıkan, akla gelen bir fikir, bir bakış açısı, açılan bir pencere veya farklı bir görüş, yaklaşım” olarak tarif edilen ilham, nasıl geldiği bilinmese de yeri ve zamanı kestirilemese de gelmesi beklenen, istenen, arzu edilendir daima. Zamanında, müsait ortamda, uygun ekipman ve beceri ile hayata geçirilebilirse “gelen”, çok daha büyük yeniliklerin kapısı olabilir. Sadece ilhamın ilk sahibi değil sonraki nesiller için de kaynak olarak kullanılır, yeniliklere dayanak, başlangıç olabilir, aynı ilham bir ışık gibi farklı yönlerde gelişmelerin zemini olur, yol açabilir. İlham, bilimsel ve dinsel alanlarda, çeşitli anlam ve büyüklüklerde açıklansa da satın alınamayacağı, sipariş verilemeyeceği, yer ve zamanının ve hatta konusunun kestirilemeyeceği açıktır. Gelmesi için inzivaya çekilmek, beklentiler içine girmek, elinde kalemle kağıt başında veya boya fırçası ile tuval önünde pineklemek, ara sıra “nerede kaldı bu ilham” benzeri cümlelerle serzeniş, kişiyi farklı bir psikolojik duruma götürür ki diğer kişilere verilecek “ilham bekliyorum” cevabı doktor randevusu aldırabilir. Nereden ve nasıl geleceği bilinmediği halde halâ bekleyenler, böyle bir durum içine girenler, ilhamsız yazamaz, çizemez, düşünemez hale gelenler uzun ve zorlu bir tedavi sürecinde bulabilir kendini. Neden, kişi ilham beklesin ki, neden ihtiyaç duysun ki, sorularına çok farklı cevaplar verilebilse de “çaresizlik” ve “tıkanmışlık” denebilir bazen kısaca. Sadece bir kıvılcımdır bazen çare olan, yol açan, bazen paylaşmaktır sıkıntıyı birileriyle, sosyal medyada büyük topluluklarla, belki onlardan bir pırıltı gelir düşüncesiyle. Çaresizliğe çare aramak gayreti dahi sabitlenip kalmak durumunu aşmaktır, değerlendirmektir mümkün olan seçenekleri, çözümlemektir eldeki verileri imkanları, izin vermektir birilerine duruma katkı sağlamalarına ve yaraya merhem olabilme keyfini yaşamalarına, beraberce sevinmeye, “iyi ki varsın” demeye her zaman. Bazen, tıkandığı yerde bırakmak, ara vermek, uzaklaşmaktır sorundan, konudan. Zamana bırakmaktır eğer çözüm çok acilen gerekli değilse. Süre, günler hatta aylar alır bazen ama bir gün “her nasılsa” bir kıvılcım çakar aklımızda, zihnimizde bazen de yüreğimizde. İlham, tam da budur işte, beklenen ama nasıl ve ne zaman geleceği bilinmeyen. Hemen bir gayret başlar çaresizliği gidermeye, çözüme yönelik, yorgun kafa gitmiş, zihin açılmıştır artık. Göz önünde olan bir malzeme, bazen bir küçük alet ve tek bir kelime açar tıkanıklığı ve huzur, neşe mutluluk dolar gönüllere. İLHAM, VAKTİNİ BEKLER. (18.05.2021) |
![]() |
VEFA ; “Vefa, sadece İstanbul’da bir semt adı değildir” cümlesi ile önemi anlatılmaya çalışılan vefa, “sevgiyi sürdürme, saygı ve dostluk bağlılığı” olarak tanımlanıyor. Günlük yaşantımızda, kişiler arasında oluşmuş muhabbetin zaman içinde sürdürülebilmesi, araya mesafeler girse de irtibatın devam etmesi, zaman zaman yüz yüze veya telefonla görüşebilme imkânlarının oluşturularak bir hatırlama, hatırlanma durumu sonrasında kişileri “vefalı” sıfatı ile anarken, tüm muhabbetin unutulduğu, bağların koptuğu, habersiz-sedasız uzun yılların geçtiği durumlarda da kişileri “vefasız” sıfatı ile anlatırken kullanıyoruz vefa sözcüğünü. Vefanın beklenebilmesi için önce bir dostluk sürecinden geçilmesi, hatırlanmaya değer muhabbetin oluşturulması, bağların samimiyetle sağlamlaştırılması ve derinleştirilmesi gerekiyor ki bu dönem emek ve çaba harcanmasını da kapsıyor. Hayatı, iz bırakılarak geçirilmiş ise hele bir de bazı hayatlara dokunulmuş ise ara sıra hatırlanma ihtiyacını hak eder ve böyle bir beklenti içine de girer insan. Bu durum, kişiye vefa sıfatını kişiler üzerinde kullanma hakkı verdiği gibi kendisinin de o sıfata layık olup olmadığını, vefalı mı, vefasız mı olduğunu sorgulama, özeleştiri durumuna da düşürmeli aslında. Ara sıra telefon rehberine bakmalı, fotoğrafları incelemeli, öğrencilik ve çalışma dönemlerinden anılara dalmalı, vefa örneği gösterilecek isimleri hatırlamalı ve hatta zorlanmalı. İletişimin, internetin ve sosyal medyanın hızla gelişmesi, kişi bulma, buluşma, gruplar oluşturma, görüntülü konuşma, yazılı ve sözlü mesaj, yazışma imkânlarının parmakların ucunda olduğu günümüzde, hatırlananlara ulaşılabilmenin yolları aranmalı, ipuçları takip edilmeli ve mutlaka değerlendirilmeli temas için. Hiç beklemediğimiz bir anda, hatta ismini cismini unuttuğunuz birinden aldığımız küçük bir haber, bilgi, fotoğraf veya bir mesajın dahi ne kadar değerli olduğunu, bazen gözümüzü dahi yaşarttığını görüyoruz. Biz de oluşan bu etki ve o kişi hakkındaki vefalı tanımımız, benzer hareketi bizim de birileri için yaptığımızda aynı sıfatla anılacağımızı, değerleneceğimizi garantiliyor aslında. “Aradığı sorduğu yok” gibi bir duvarın arkasına sığınmaktansa “ben bir arayayım” hamlesi ile duvarı yıkan olmak çok daha etkileyici ve değerli sayılacaktır. “Önce o arasın” gibi biraz da kibir içeren yaklaşım, vefasızlığa giden yola yeni taşlar döşeyecektir ki uzayan yollardan dönüş zorlaşacaktır. Hele bir de tozlanmış, çamurlanmış, yön levhaları da kaybolmuşsa temasın iyice imkânsızlaşacağı ve pişmanlıklara sebep olacağı unutulmamalıdır. SOR KENDİNE “VEFALI MISIN”. (09.08.2020) |
![]() |
FARK ; “Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmasını önleyen başkalık, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, aynı olanların ayıklanması sonucunda kalan” olarak tarif ediliyor, fark. Nitekim, sekiz milyar insanın yaşadığı dünyamızda, her bireyin “kendine has” özellikleri olduğu, asla “aynı” olmadığı biliniyor ve yeni yeni farklar bilimsel olarak da keşfediliyor. Böylesine çok farklılığı özümsemiş toplumların ayrımcılıktan uzak, daha barışçıl, insani değerleri ve bağları daha kuvvetli olduğu görülüyor. Yaratılmışların en mükemmeli olan insan, tümden gelim metodu ile çeşitli komularda analiz edildiğinde “her bireyin benzersiz” olduğu sonucuna ulaşılır. Ancak, analizler bir grafiğe aktarıldığında “çan eğrisi” görünümler ortaya çıkar ki konuya göre ortadaki şişkin bölümün hacmi değişkenlik gösterir. İki yönde sonsuza giden eğrinin uç bölgelerinde kalanlar, bireysel farklılıkları ile genelden ayrılırlar. Olumlu, güzel yönleriyle öne çıkanlar arasında yer almak “istenen” durum olmasına rağmen, aksi yönde kalanlar “hoşgörülebilir”den “istenmeyen”e kadar değişen aralıkta yer bulurlar kendilerine. Böylece, farklılıkları ile daha bir bireyselleşen kişi, sahip olduğu zenginlikler ile toplum içinde sıradan, alelade biri olarak yer almaktan ve anılmaktan da kurtulmuş olur. Özelliklerinin bilincinde olan ve bunları doğru yerde, doğru zamanda, doğru ekipman ve doğru kişilerle değerlendirebilen kişi, öncelikle iç huzura kavuşur ki oluşturduğu farkındalığın manevi hazzını yaşar. Ancak, genel içinde özel olabilmenin getirdiği dezavantajlar, sıradanlığı aşma çabasında olan bireyi, üzücü ve yıpratıcı bir sürecin de içine çeker. “Anlaşılmak zor zanaat” cümlesi ile özetlenen bu durumda, kazanan veya kazandığını sananlar, parıltıyı göremeyen, anlayamayan, farkı fark edemeyen sıradanlar ile kibir ve kaprislerinin esiri olmuş zavallı kösteklerdir. Belli bir durum ve olayda kaybetmiş olan ise, akışı değiştirmek, çarkların arasına çomak sokmak isteyen, takdir edilmese de tüm iyi niyeti ile mücadeleye devam eden, kişiliğini yenilikler, güzellikler üzerine kurmuş farklılardır. Son tahlilde, asıl kaybedenler; köstekler ve bunların engellemesi ile aydınlığı önlenmiş, mevcuda razı edilmiş, akışına bırakılmış toplumdur, dünyadır. Günümüzde, her alandaki çok çeşitlilik, kişinin kendindeki farklılıkları görme, seçme ve genel içindeki pozisyonunu belirlemesine büyük katkı sağlıyor. Özellikle, iletişim imkânları ve hızıyla dünyayı parmaklarının ucunda dolaşabilen, sosyal medya ortamlarında yer bulan, çevreyi, dünyayı tanıyan kişi, kendini tanıma ve tanıtma yolunda da atılımlar yapıyor, sıkıştırıldığı çerçeveyi zorluyor, yeni kapılar açıp yeni yollara koyulmanın çarelerini arıyor. FARKLILIĞINI BİL VE GÖSTER. (02.08.2020) |
HAFIZA ; “Çeşitli yollardan öğrenilen bilgileri akılda tutabilme becerisi, bellek” olarak tarif edilen hafıza, depolama, saklama ve geri çağırma yeteneğini de kapsar. Sürekli gelişmeye müsait olan hafıza, inanılmaz büyüklükte ve çeşitte bilginin sanal olarak yer aldığı, yazılı, sözlü, sesli ve hatta çok boyutlu görüntülü bilgiler deposudur aynı zamanda. İnsan, yaşam sürecinin başladığı, henüz doğmadığı andan itibaren devamlı bilgilenme içindedir ki başlangıçta “her şeyi”, sonraları “lazım olabilecekleri”, “bazı şeyleri” depolama, hafızaya atma gayretinde olur. Göçmeye yaklaşırken dünyadan “çok az şeyi” biriktirebilir kişi, bazen de “hiçbir şeyi” ve hatta mevcutları dahi tüketir bazen. Hafızayı doldurma dönemi, kişiden kişiye değişse de besleme eğrisinin gençlik yılları ve okul döneminde zirve yaptığı, iş ve meslek hayatının ilk çeyreğinde de devam ettiği, ancak sonrasında inişe geçtiği söylenebilir. İş değişikliği, sosyal durumdaki gelişme, mesleki yeterliliğin arttırılması gerektiğinde eğride tekrar zıplamalar oluşabilir. “Yaşam boyu öğrenme” ilkesine sahip, öğrenmeyi bir hayat tarzı, karakter özelliği haline getirmiş kişilerde ise eğrinin sürekli yukarı yönde, çok sık zıplamalı ve basamaklı olduğu görülebilir. Özellikle, gençlik döneminde edinilen, belleklenen bilgilerin en azından bir bölümü, anne-baba olunduğunda çocuklarına geçer mi, genetik olarak veya bilinçaltında yer bulabilir mi acaba sorusu, çeşitli bilim alanlarında cevaplanabilir mutlaka. Ancak, “anasının kızı”, “babasının oğlu”, “tıpkı ben” gibi ebeveyn cümleleri ve çok özel detay bir bilgi veya davranışın, düşünme tarzının, yaşı o bilgiyi edinmek için yeterli olmayan çocukta da görülmesi hali, sorunun cevabına “evet” demeyi gerektiriyor bazen. Bu durumda, hafızanın güzel, değerlendirilebilir, hem dünyevi hem de uhrevi dünya için faydalı bilgi ve becerilerle doldurulması büyük önem taşıyor. Hafıza, bir yerden bir yere aktarılamayan, kopyalanamayan özellikleri ile tamamen kişisel olup kullanımı, paylaşım tarzı, şekli ve miktarı da “sahibinin” özgür iradesi ve inisiyatifi dahilindedir. Kişi, “ister veririm istemezsem vermem” çerçevesi içinde bulunsa da paylaşımcı yaklaşımı başta olmak üzere, aktarma, öğretme, bilgiyi çoğaltma, doğruluk ve dürüstlük gibi temel karakter özellikleri, hafızanın hem doldurulma ve hem de yeniden kullanımı noktasında büyük önem taşır. Bunların, davranışlara dönüşüp eylem üretmesi, dünyaya hizmet etme yolunda kullanılması, ışık olup aydınlatması, kapılar açması, yol olması, yol göstermesi ile kişi, “faydalı insan” olarak daha aranır, sorulur, danışılır ve saygı duyulur olur ki alan da veren de razıdır artık. “HAFIZAN”, HER DAİM AÇIK OLSUN. (25.07.2020) |
![]() |
HİÇ ; Günlük yaşantımızda, “boş, değersiz, belirsiz, önemsiz olan şey veya kimse” anlamında kullanılan hiç, önünde yer aldığı kelimeye, ifadeye veya cevaba büyük anlamlar kazandırır ki “daima” ve “asla” uçlarında hüküm belirler. “Hiç yalan söylemez” ile olumlulukta doğruluk zirvesine çıkan kişi, “hiç çalışmaz” ile olumsuzlukta tembelliğin derinliklerine iner ve kalır orada yıllarca, yaftalı olarak. Üç harfin gücü, vezir de edebilir kişiyi, rezil de. Dolayısıyla, hiç, kullanan kişi açısından da inanılmaz büyük, sorumluluğu çok ağır bir kelimedir. Kişi başkasını betimlerken koyduğu hüküm ve yargı ile “kendi onurunu” da ortaya koymuş olur aynı zamanda. Eğer, “hiç”li yargı doğru değilse, sadece bir zan ise ve eğer birisinde iz bırakmak için çamur ise, söyleyenin şerefsizliğini tescil eder ki ne güven kalır, ne saygı-sevgi, ne de yılların emeği ile kazılan itibar geride. Kimse, “O, benim gözümde bir hiçtir” cümlesindeki “O” durumuna düşmek istemez ve hatta kimseyi “O” durumuna düşürmek de istenmemeli, bunun için bir çaba içinde de asla olunmamalı ki bir gün bir şamar gibi suratında, hayatında patlamasın, itibarsız-onursuz duruma düşürmesin söyleyeni. Günümüzde “hiç”, oluşturacağı etkinin büyüklüğü, menzili ve ağırlığı düşünülmeden o kadar hoyratça ve bolca kullanılıyor ki maalesef, şaşmamak elde değil. Örtüsü, kısa sürede kalkan gerçeklik karşısında, söyleyenin de söylenenin de düştüğü durum zirvelerde veya derinlerde yer buluyor kendine, utanılası bir şekilde. Ama ne gezer, kaybedilince itibar ve şeref bir kere, yüzsüzleşince kişi artık, çamurlaşıyor bu sefer her yere yapışmak için, yerleşiyor yandaşlarının eline-beline-diline ve dahi kiralanmış, satılmış akıllarına bir virüs gibi bulaşarak yayılabilmek için. Hele bir de, sosyal medya fareleri, parmaklarının uçlarına alıyor ki hiç’li yargıyı, doğruluğunu arama, tartma gereği bile duymadan, ışık hızında yayıyorlar bütün dünyaya, alçaklığın derin çukurlarındaki yerlerinden. Bir de, hiç bir iş yapmadan, üretmeden, asalak gibi yaşayan, ülkeye, topluma ve dahi dünyaya “Kırım-Kongo kanamalı hastalığı”na sebep olurcasına kene gibi yapışan, hasta eden, strese sokan, psikoloji bozan, bir türlü kesilip atılamayan, def edilemeyen ve hatta sürekli ensenizde, çevrenizde gezinen, sadece “hiç” satanlar, “hiç”liklerini pazarlayanlar var hayatta. Ayrıca, hiç’e müşteri olanlar, alanlar, yutanlar ve hatta kendine mal edip ikinci el olarak kullananlar da var ki düşünüyor insan, satan mı, alan mı daha kişiliksizlik, onursuz diye. “HİÇ”, UTANCA DÖNÜŞMESİN. (17.07.2020) |
![]() |
HAYAL ; “Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey” olarak tarif edilen hayal, dalıp gittiğimiz, bulunduğumuz ortamdan kısa süreli de olsa kopup çok uzaklarda bir şeyler aradığımız, umutlar geliştirdiğimiz, bazıları yere basan şekilde gerçekleşmesi ihtimali olan bazıları da uçuk-kaçık sayılan olaylar, durumlar için bir başka boyutta dolaşmaktır, gezinmektir, planlar kurmaktır aslında. İnsan, hayal kurabilmeli, kurgulayabilmeli, bunun için kendine fırsatlar yaratmalı ki yeni hedefler belirlesin, önceliklendirsin, sıralasın ve gerçekleştirme gayreti, umudu içinde bulunsun daima. Böylece, aklını da davranışlarını da günlük hayatın gereksiz meşgalelerinden, dedikodu, yalan ve kötü niyet geliştirmekten ve hatta bunları eyleme dönüştürüp keskin sirke misali “zararlı insan” olmaktan uzak durabilir, kolayca ve zahmetsizce. Belki de hayalleri, sadece kendisi için değil, dünya için de güzellikler geliştirmesini, insanlık namına yapabilecek nice hizmetlerin, katkıların düşünülmesini, yeni özlemler oluşturulmasını da içerir ki yağmasa da gürlemeye hazır olarak bekler zihnin köşelerinde. “Büyük hayallerin yüzde onu, küçük hayallerin onda biri gerçekleşir” ilkesi ile boyut verilebilse, “kesin, olabilir, belki, zor, eh işte, uçuk, zırva, asla” gibi ölçeklendirilebilse de hayaller, sınırlar konmamalı aslında, zihin olabildiğince zorlanmalı, biriktirilmeli hayaller hafızada, mümkünse yazılmalı sonrası için ve insanlığa mal edilmeli, evrenselleşmeli yeni nesillere ışık olabilsin, pencere açılabilsin diye ve daima “umut” taşımalı, oluşturmalı insanlarda gerçekleşeceğine dair. Paylaştıkça çoğalan bilgi gibi hayallerin paylaşılması da başka zihinlerde yeni kapılar açılmasına, daha da gelişmesine, çoğalmasına ve detaylandırılmasına, benim hayalim yerine “bizim hayalimiz” olmasına evrilecektir mutlaka. Gerçekleşmesi belki an meselesine, belki yüzde bir ikiler boyutuna ve asladan olabilir ölçeğine erişecektir böylece. “Amma attın ha” ünlemi ile tepki alsa da insan, uçmalı “uçuk” hayaller için evrene ve kaçmalı “kaçık” düşler için bulunulan o andan başka ortamlara, zihnen ve bedenen bazen de. Daima, gerçekleşme ümidi, bir yeşerti de içermeli ki yere basmasa da henüz, zihnin derinliklerinde yer bulabilsin, tutunabilsin hayaller. Zaman zaman hafızadan çağrılarak tozu alınmalı ve belki güncellenmeli biraz daha geliştirilerek, her zaman parlaklığı, ışığı korunmalı ta ki pırıltılar sönünceye, tamamen kararıncaya kadar zihin ve duruncaya kadar beyin, beden ve kalp. HAYALLERİN “SONSUZ” OLSUN. (11.07.2020) |
![]() |
SONSUZLUK ; “Sonu veya sınırı olmayan, bitmeyen, ebediyet, ölçülemeyecek kadar çok veya büyük olan” manaları bulunan sonsuzluk, günlük yaşantımızda fazla kullanılmasa da içinde olduğumuz, başımızı kaldırdığımızda kolayca fark ettiğimiz uzay gibi ölçülemeyecek kadar büyük bir derinliktir aslında. Bazen “sonsuz bir servet” sözü ile sonu olan ancak erişemeyeceğimiz bir büyüklüğü anlatırken kullanırız, bazen de “sonsuz sevgi”, “ebediyete kadar” diyerek sınırlarını tarif edemeyeceğimiz boyutu, bir durumu anlatmada. Kim ister sonsuz olmayı ya da neden ister. “Sonsuz bir ömür verilse neler yaparsın” diye sorsalar kaç cümle kurabilir insan. Ya da şartlar mı ortaya sunar; sonsuz para da olacak, sonsuz sağlık da, yirmi yaş gibi sabitlenmiş bir yaş da. Bunlar sağlansa dahi ne yapar ki insan ebedi kalarak. Sevdiklerinin, eş ve çocuklarının birer birer göçüp gitmesine, yeni eşler ve yeni çocuklarla her defasında tekrar tekrar başa sarmaya, kaç döngü dayanabilir kişi. Biriken acılardan, katlanarak artan ızdıraplardan kurtulmak için “sıra bana da gelsin” demez mi bir gün. Ya da görmüş-geçirmiş olarak her alandaki birikimleri taşıyamaz duruma gelip “Yeşil Yol” filmindeki gibi “dayanamıyorum artık” diye haykırmaz mı, kim bilir. Ayrıca, nasıl hedefler koyar acaba kendine, bir iki saatlik, yıllık mı yoksa asırlık mı. Yoksa hedefsiz mi olur insan “nasıl olsa binlerce yılım var, şimdiden niye düşüneyim” mi der acaba. Asırlar elinden su gibi kayıp gider mi, “daha dün gibi” der mi birkaç bin yaşında iken önceki yaptıkları için. Ya da geçmişinden, geleceğinden söz edilebilir mi yoksa sadece yaşadığı mı konuşulur. Bir telaş içinde olunur mu, yetişmek için bir yerlere, olmayan menzillere, endişe duyar mı insan zamanında varamazsam diye, kaygılanır mı kuş uçtu, kervan göçtü, uçak kaçtı diye acaba. Aslında, yetmiş yıl yaklaşık otuz yedi milyon dakika, iki milyar kez alınan nefes, bir tanesi verilemezse beden bu dünyada kalır, ruh ebediyete yolcu. Düşünsek bir an, başı belli sonu tahmini, sağlıklı bir ömür yetmez mi çok şey sığdırabilmek için içine. Sorsak herkese aynı cevaplar mı çıkar, muhtemelen hayır. Sorulan kişinin birçok özelliği, karakter yapısı, hedefleri, duyguları, düşünceleri, inançları cevapların özünü oluşturacak, daha ve daha ile başlayan ne eylemler sıralanacaktır peş peşe. Acaba, “dünyaya daha fazla hizmet etmek, katkı sağlamak” cevabı nasıl bir oran teşkil eder ki toplam içinde. “SONSUZLUK” HAYALİN OLMASIN. (05.07.2020) |
VERİM ; “Harcanan emek, zaman ve yatırımın sonrasında beklenen sonucun miktarı” olarak tarif edilen verim, iş hayatının en önemli terimidir ve ölçümü için çeşitli metotlar geliştirilmiştir. Çalışanlar, makineler, zaman, idari ve mali yönetimi kapsayan bir üretim tesisinde, elde dilen ürün miktarı, harcamalar ve kazanç gibi ekonomik değerlerin karşılaştırılması ile tesisin verimliliği değerlendirilir, üretim zincirindeki halkalar incelenerek verim artışı sağlamanın yolları araştırılır, uygulanır. Verimin incelendiği her ortamda personel ve zaman ön plana çıkar. Nitelikli işgücü ile aynı zaman diliminde çok daha kaliteli ve fazla ürün elde edilebilirken birbirini bütünleyen “personel ve yönetim” verimi doğrudan etkileyen iki unsurdur. Yönetimin, sahip olduğu işgücü potansiyelini bilmesi, çalışanlarını tanıması ve en uygun şekilde görevlendirmesi ile kapasite kullanımını arttırması gerekir ki verim ve kazanç artsın, işveren, çalışan, ülke kazansın, yeni gelişme alanları ortaya çıkabilsin. İnsan faktörünün, verimi doğrudan etkilediği görülmekle birlikte bireysel bazda incelendiğinde her bir çalışanın niteliği, çalışma terbiyesi, meslek ahlâkı ve karakter yapısı da doğrudan etkendir. Çalışma hayatında, her kategoriden her kişilikten insanla çalışmak durumunda kalınıyor ki “verimsiz” çürük yumurtaları temizleme imkânı her zaman bulunamıyor, bazen çile durumuna da gelse “idare et” kapsamında zoraki katlanılıyor maalesef. Diğer taraftan, gelişimci, girişimci, paylaşımcı, yaptıklarını yapacaklarının teminatı olarak ortaya koyan, “on numara” olarak puanlanan kişiler de var ki onların asıl derdi, horlanmak, kösteklenmek, ilgisizlik, kifayetsiz muhterislerle aynı ortamda bulunmak, aslanın fareye boğdurulduğu idari mekanizma içinde köreltilmek ve devamında mesleki tatminsizlik, yetersiz verim, düşük kapasite kullanımına mahkumiyet oluyor. Aksine olarak, bulunduğu zaten verimsiz ortama hızla uyum sağlamış, daha çalışma hayatının başında emeklilik hesapları yapan, meslek hayatına ve çalışma hayatına “doğmadan ölmüş” olarak başlayanlar var ki bunların kösteklenme gibi diğer dertleri de zaten yok. Sabah gelip akşam olmasını bekleyen, bütün mesaisini oda oda gezerek geçiren, kaytarmanın metotlarını bulmuş, hiç bir üretimi olmadığı gibi verilen işi de yapmamak başkasına yıkmak için kıvırıp duran, bunu kazanım olarak görüp pazarlayanlar, övünenler ve hatta on numara çalışkanları enayi yerine koyan bir de üstelik “köle, inek, tavuk” gibi benzetmeler de yaparak iyice alçalan, yalakalık yaptıkları kıymeti kendinden menkul idarecilerce koruma kollama altında tutulanlar da var ki “verimsizliğin ve itibarın zirvesindeki” halleri pes artık dedirtiyor. VERİM, ÖVÜNÇ KAYNAĞIDIR. (26.06.2020) |
![]() |
MENFAAT ; “Çıkar, fayda” olarak tanımlanan menfaat, hayatımızın en anlamlı, en çok dert-çile yaratan, sarsılmayacak ilişkileri, akrabalıkları, dostlukları bitiren, kavga-dövüş-cinayete kadar giden olayların, durumların kaynağı olan, genellikle olumsuz sonuçlarla anılan kelimedir. Birey, yaşamını sürdürebilmesi için daima bir kazanç, gelir elde etme gayreti içindedir, olmalıdır ve hak hukuk çerçevesinde istenen de, beklenen de, meşru olan da budur zaten. Ancak, yaratılışı gereği menfaati peşinde koşarken tüm bencilliği, karakter özellikleri, kaprisleri ve hırsları ile kabul edilebilir sınırları aşarak “hep bana” yaklaşımı ile bir keser misali tüm geliri kendine yontarsa ve bu esnada başkalarının da hakkı olan alanlara girerek menfaatleri mümkün olduğunca eşit bölüşmek, faydalanmak yerine sınırı aşıp diğerlerine zarar vermeye başlarsa ki başlar bu sınır belalı, mayınlı bölgenin giriş kapısına dönüşür. Kişinin "hep benci"liğine kısmen göz yumulur, hoş görülür ve bir-iki-üç diyerek ses çıkarılmaz iken gün gelir kişi, “menfaatçi” olarak yaftalanıverir ki kimse bu duruma düşmek istemez, güle oynaya kabullenemez. Öyle ki, bu sıfat bir yapışırsa kişiye kurtulabilmesi imkânsızlaşır, ayıklayacak çok pirinci olur, “hırsız, dolandırıcı” gibi yaftalar dahi daha masum kalabilir yanında. Bazen de menfaat birliktelikleri oluşuverir; pastadan herkes yiyordur adilane, bir ortaklığa da dönüşüvermiştir isteyerek veya beklenmeden, ilişkiler daha güzel, dostluklar, arkadaşlıklar daha da gelişme yolundadır. Ancak, bir gün bir el kayması olur ve kantarın topuzu kaçıverir mutlaka ya da bir şüphe kıvılcımı çakar birinin kafasında, gönlünde, menfaat çatışmasıdır bunun adı ki sırların saçılması ile başlar sona varış. Halbuki, toplumsal menfaatin kişisel menfaatin çok üzerinde olduğunu bilmek ve uygulamak kişiyi hep banacılıktan uzaklaştırırken erişilemez hedefler, gereksiz hırs ve çaba, doyumsuzluk, kıskançlık, öfke, kin ve nefret duygularını da törpüler. Daha dingin, elindekiyle yetinen, daha kaderci, aza daha razı bir üsluba bürünebilir kişi. Ayrıca, bu sakinlik süreci, adalet, hak, haram ve helâl, doğruluk ve dürüstlük gibi başka kavramların daha da güçlenmesine sebep olur ki kişiye ayrı bir huzurlu, kendisiyle ve çevresiyle barışık bir hayat sunarken bir “dava adamına” da dönüştürür çaktırmadan. Önlemler, çocukluk, aile ortamı, yetiştirilme tarzı ve dahi çevresel etkilerle de şekillenen karakter yapısı noktasında, pedagoji ve psikoloji ilim alanları kapsamında araştırılır, değerlendirilir ve reçetelendirilir. Bireysel menfaatin sınırları iyi anlaşılmalı, ailecek yaşanmalı ve her yaşta çocuklara aktarılmalı ki menfaat çatışmaları içinde, sürekli boğuşulan bir hayat sürülmesin. MENFAATE DAYALI İLİŞKİLER ÇÖKER. (19.06.2020) |
![]() |
KÖSTEK ; “Engel” kelimesi ile tanımlanan köstek, bir işin yapılmasına mani olmak için gösterilen gayretlerin tamamıdır. İnsanların, elindeki gücü, idari makamı, yetkiyi kullanarak önlerine getirilen bir konuyu, eylemi, bazen bir imalatı, yeniliği veya gelişmeyi çeşitli bahanelerle ama genellikle kaprislerine ve kibirlerine dayalı olarak geri çevirme durumudur. Öyle ki, “eski köye yeni adet getirme”, “suyu bulandırma”, “iş çıkarma”, “kurcalama” gibi mevcudu yeterli görüp statükoyu koruyucu davranış yaklaşımıdır. İlim, bilim ve teknolojinin çok hızlı üretildiği, yayıldığı ve paylaşıldığı, ürün ve malzemelerin sürekli yenilendiği günümüz dünyasında, bu gelişmelerden kendi faaliyet ve ilgi alanlarında faydalanamayan her kişi veya kurum kuruluş çağdışı kalmaya mahkumdur, buna sebep olan her kademede kim olursa olsun gelişmenin, yenilenmenin önünde birer köstektir. Maalesef, yabancı dil bilmeyen veya bileni değerlendiremeyen, kendini gelişmelere uyduramamış, “ömür boyu öğrenme (lifelong learning)” ilkesini duymamış veya benimsememiş, öğrenme yeteneğini kaybetmiş hatta öğrenmeyi öğrenememiş ve sadece günü çevirmekle, sabah gelip akşam olmasını beklemekle yaşayan kişiler fosilleşmiştir ki bunların mevki sahibi olduğu idari mekanizmanın da bugün yerinde saydığı, yarın eski kalacağı, gelecekte de var olamayacağı çok net söylenebilir. Bir de fosil mekanizmanın içinde çalışmak, bulunmak zorunda kalan, dünyayı takip edebilen, “bugün yeni bir şey yapmam lazım”, “bugün dünden farklı olmalı” gibi yenilikçi anlayışlarla çalışanlar, sürekli üretme, gelişme, geliştirme ve en önemlisi paylaşma, aktarma, öğretme gayreti içinde olanlar vardır ki vay onların acınası, “cahilin eline düşmüş alim” misali hallerine. “Ferrari ile süt satmaya” benzetilen böylesi durumlarda ne kişi, ne işyeri ne de ülke gelişebilir, kalkınabilir. Aksine, köreltilen gayretler, kösteklenen çalışmalar, kabul görmeyen emekler ve sonrasında yıldırılmış, bıktırılmış mutsuz çalışkanlar, mesleki tatminden yoksun bırakılmış akıllar ama statükoyu kendi bencillikleri ve kaprisleriyle koruyanlarla, çağdan habersizce yönetilen çalışma ortamları, tüm bunları aşabilmek için söylenen hatta haykırılan “gölge etme”, “bırakın da çalışalım”, “çek elini üzerimden” cümleleri bu kabuğu yırtma gayreti olarak ortaya çıkıyor. “Kapasite kullanım oranı”, insan kaynakları yönetimine uygulandığında, değerlendirme “personel ve ürettiği” bazında, objektif olarak yapıldığında, nasıl bir kapasitenin atıl duruma düşürüldüğü, ülkenin-dünyanın değeri olan nice cevherlerin dar bir alanda sıkışıp kaldığı, çoğunun sindirilmiş, baskılanmış ve küstürülmüş olduğu görülecek, kırılan çalışma azminin tekrar kazanılmasının pek de mümkün olmadığı anlaşılacaktır. YA YOL BUL, YA DA YOLDAN ÇEKİL. (12.06.2020) |
![]() |
BUGÜN NE YAPTIN ; Kırk yıl kadar önce, Ankara’ya ilk geldiğim yıllarda, Hacı Bayram-ı Veli Camii civarında, dini malzemelerin bulunduğu dükkanlar arasında dolaşırken, o yıllarda bol miktarda satılan kartpostallara bakıyordum. Yeşil zemin üzerinde, büyükçe tek bir soru işaretinin olduğu, altında ve üstünde “Bugün Allah İçin Ne Yaptın” yazan bir kart gördüm. Yirmi yaşına henüz ermemiş bir Anadolu çocuğu olarak, o güne kadar kendime bu soruyu hiç sormamış, aklıma gelmemiş ve gerek dahi duymamışım ki yüzlerce kartın içinden, hiçbir albenisi olmayan, arada kalmış, kısmen görünen bir tanesi gözüme battı resmen. Nasıl bir etki oluşturmuşsa bende, yıllarca taşıdığım, kısıtlı bir çevrede çok az anlattığım bu anıyı, yarım asır sonra “yazma” gereği duydum. Birilerinin yüreğine dokunur mu, dokunmaz mı bilemem. Zamanla, insanları, çevreyi, dünyayı tanıdıkça, islami büyüklük içeren bu soruyu küçük bir değişiklik ile önce “bugün insanlık için ne yaptın”, sonra da “bugün dünya için ne yaptın” diyerek gün sonunda kendime sormaya, mahsuplaşmaya başladım. Böylece, soru daha bir evrenselleşti ve günümüzde parmaklarımızın ucunda olan, ışık hızıyla dolaşılabilen bir dünya boyutuna ulaştı. Ancak, soru, “bugün dünya için ne yapabilirim” şekline evrilince, gün içinde mutlaka, hemen bir şeyler yapayım, bir hizmet üreteyim, bir katkı sağlayayım gayretine dönüştü ki günün muhasebesini yaparken, alınan her nefesin hakkını verip vermediğimi sorgularken elim güçlü, ceplerim dolu olabilsin. Yoksa, cevap bulunamayan günleri yaşanmamış, boşa geçmiş olarak düşünmek, yetersiz cevaplar altında ezilmek çok daha ızdırap verici. Sadece uhrevi anlamda değil dünyevi işlerde de daima, her an, uykudan hemen önce, sormamız gereken bu sorular, öylesine büyük bir derinlik içeriyor ki kişiyi “hesap verebilir” şekilde bir kişilik geliştirmesine ve her anın muhasebesi içinde bir yaşam tarzı benimsemesine sebep oluyor. Niyet, dünya için olunca, lafı bile edilmeyecek küçüklükteki her hizmet gayreti, inanç sistematiği ve iman seviyesi ne olursa olsun “iyi insan” olmanın en önemli felsefi temelini oluşturuyor. Böylece, kişiyi daha mutlu, hoşgörülü, çevreye karşı daha duyarlı, sevgi ve saygı dolu yaparken, oluşan iç huzurun tüm insanlarda gelişmesi ile “toplumsal iyiliğin” artmasına, iyiliklerle dolu bir dünyanın oluşmasına da katkı sağlıyor. Kuşkusuz, dünyayı değiştirecek bireysel gücümüz olmasa da, her haksızlığı engelleyemesek de hepimizin bir kum tanesi kadar katkıları ile devasa kumsallar ve kumtaşı dağları oluşabilir. HESABA HAZIRLIKLI YAŞA. (07.06.2020) |
İNSAF ; Günlük yaşantımızda bol miktarda kullandığımız, kullanma ihtiyacı duyduğumuz bir kelime olan insaf, “adaletli davranmak, hakkını tanımak, acımak” anlamlarını taşıyor ve insafa gelmek, insafına kalmış, el insaf, insaf et, biraz insaf gibi ifadeler şeklinde de kullanılıyor. İnsaf, bazen ikili diyaloglarda bazen de üçüncü şahıs olarak konuya veya olaya müdahale ederken, çoğu zaman bir acizlik durumunda mazlumun yanında durabilmek, zalimden adil olmasını bekleme, isteme noktasında ve genel olarak sözün bittiği yerde doğrudan “vicdana” hitap eden belki son kelime olarak, dökülüyor dilimizden. “Zalimin iyi-kötü var olan yüreğinin içine ok gibi işlesin” umuduyla, gayri ihtiyari yakaran bir ses tonunda, kısık ama derin anlamlıdır daima, yaşaran gözler ve hatta birkaç damla gözyaşı sular dilden dökülen insaf kelimesini bazen de. Artık, takat bitmiş, sözler tükenmiştir ki söz ve eylem hakkı anlık, sadece o olaylık da olsa göreceli olarak gücünün zirvesine çıkmış, bencilliği tavan yapmış, doruktaki zalimin eline, diline geçmiştir. Ya kılıcını başa vurarak hiddetini gösterecek ya da kınına geri sokarak öfkesini dindirecektir. Oluşan manzarada mazlumun acizliği, zalimin ise hükmü sahnededir. Kısa, bazen az uzun bir duraklama sonrasında sahne nihayetlenir ki beklenen, insaf okunun göstereceği etkidir aslında. Zalimin sahip olduğu veya olması arzu edilen birçok değerin açığa çıkacağı, değer ve anlam kazanacağı, vücut bulacağı, takdir veya nefret kazanacağı diğer sahne başlamıştır artık. Zalimin yetişme tarzı, dini manevi değerleri, eğitimi, kültürel yapısı, yaşam felsefesi, kişilik özellikleri ile içinde taşıdığı vicdanın boyutu, yüreğinin kalınlığı veya yufkalığı “insaf” etmesi istendiğinde en bariz şekilde ortaya çıkar. “Kalbi katılaşmış” ifadesine layık olanlar öyle bir karar uygulamaya koyarlar ki “bu kadarda olmaz, insanlığını kaybetmiş” dedirterek lanetlenmeyi hak ederler. Ama bazen, zirveye çıkan öfke öyle bir yumuşar, suya karışır ve söner ki “vicdanlıymış, insanmış be” dedirterek övgüyü hak eder, alkışlanır genellikle. Esasen, insaf kelimesinin “söylenme” gereğinin hiçbir zaman oluşmaması, olayların acizlik ve hüküm noktasına erişmemesi ideal bir durum olsa da bazen her iki tarafta, bazen üçüncü kişi olarak içinde bulunabiliyoruz maalesef. Hakk’ı içermeyen bir yaşam tarzı, doğrudan, mazlumdan yana olmayan, zulmü engellemeyerek “sessiz şeytan” durumuna düşen karakter yapıları, zalimlerin artmasına, mazlumların daha da çoğalmasına ve tarifsiz acizliklere sebep oluyor ki “insanlık nereye gidiyor” sorusu sıradanlaşıyor. ASLA “İNSAF” DEDİRTEN OLMAYIN. (02.06.2020) |
![]() |
GÜÇ ; “Bir olaya yol açan her türlü hareket, kuvvet” olarak tarif edilen güç, aynı zamanda “fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği” olarak da açıklanıyor. Kısaca, etki edebilmek için çok kaynaktan beslenen güç gerektiği, gücü olanın birçok alanda değişim, dönüşüm yapabilme imkânına sahip olduğu görülüyor. Güç, bireysel ölçekten dünya hatta evren ölçeğine değişen aralıkta, kişilere ve devletlere “olay” oluşturabilme kudreti ve kuvveti de sağlıyor. Devlet, hakimiyeti altındaki alanda egemenliğini sürdürmek için askeri ve ekonomik güce ihtiyaç duyarken, ülkede icraat yapabilmek için gerekli olan siyasi ve idari gücü halktan almak, vatandaşı tarafından yetkilendirilmek zorundadır. Sadece askeri güce dayanan ülke yönetimi, zorbalığa, diktatörlüğe dönüşür ki milletin sesi çıkamaz, çıkartılmaz. Ayrıca, gücün desteği yön değiştirdiğinde ülkenin yönü de, halkın durumu da değişir, allak bullak dönemler yaşanır. Sadece, ekonomik güce sahip yönetimler daha istenen bir durum olsa da refah beklentilerinin artması ve zamanla oluşabilecek mali sıkıntılar da hoşnutsuzluğa, sıkıntılara ve yönetim aleyhine toplumsal olaylara dönebilir. Milletin egemen olduğu ülkelerde, yönetimler halkın emrindedir aynı zamanda. Halkın gücünü, desteğini almış bir idari kadro, hükmetme yetkisindedir ve asıl güç sahibinin beklenti ve isteklerini yerine getirmek, refahı, huzuru arttırmak için “hareketler, olaylar” yapabilme iradesine de sahiptir. Yeterli görülmeyen, beğenilmeyen ve dahi toplumsal beklentileri karşılayamayan idarelerin yenilenmesi, iktidarın başkalarına verilmesi yine halkın gücü ile mümkün olur ki “demokrasi” de budur. Milletin gücünün üstünde bir güç veya destek aramak, millet iradesinin diğer güçlerle yıkılmasını ummak demokrasiyi hazmedememektir. Aranan güç, ülke dışından, başka bir ülkeden-toplumdan ise bunun adı vatana ihanettir, bu yolda olanlar vatan hainidir. Ayrıca, “ama ben seçmedim ki, benim iktidarım olamaz” anlayışı ise demokratik sistemin bireysel ölçekte inkârıdır. Gücü kullanan birey veya grubun bilgi ve hedefleri, gücün eyleme dönüşmesini, işe yaramasını, üretime geçmesini sağlar. Yeteneksiz ve amaçsız kişilerin elindeki güç, atıl kalır ve beklenen hizmetler, toplumsal talepler var iken uçup giden söze-şarkıya-konsere veya bakılıp geçilen, etrafında nutuklar atılan faydasız heykellerle buhar olur, çarçur edilir. Gücün asıl kaynağı olan millet, yaptığı yanlışın farkına varıp, yanıltılmış olmanın bilinciyle iradesini değişimden yana, beklentilerini karşılayacaklar yönünde kullanırsa yenilenmenin de, durumu lehine çevirmenin de önünü açmış olur. GÜÇ, DOĞRU ELDE ESERLERE DÖNÜŞÜR. (16.05.2020) |
![]() |
HAKİMİYET ; “Kural koyma gücü veya hukuk oluşturabilme kudreti” olan hâkimiyet, daha çok bir devletin millet adına sahip olduğu yönetimsel yetkileri kullanarak ve bağımsız kararlar alarak ülkesi içinde hâkim olma, egemenlik hakkıdır. Her devletin kendi toprakları üzerinde hükümranlık kurma hakkı vardır ve bu hak bir başka ülkeye devredilemez, devredilme söz konusu olduğunda ülkenin bağımsızlığından değil sömürgeliğinden söz edilebilir ancak. Devlet, ülke ve vatandaş hâkimiyetin tesisinde esas bileşenlerdir. “Devlet”, hükümranlık gücüne sahip iken “ülke” bu gücün uygulanacağı alanı, "vatandaş" ise sınırları belirlenmiş çerçevede kurallara uyması istenen insanlar topluluğunu, halkı ifade eder. Bir kuralın oluşup uygulamaya geçiş süreci, ülkelerin yönetim biçimini de belirler aynı zamanda. Eğer, devletin başındaki kişi veya grup kuralı doğrudan kendisi koyarsa tek adamlık, krallık oluşur ki diktatöryal bir yönetim ortaya çıkar. Böylesine bir güç, zalim bir karakterin eline geçerse, ülkelerin mahvolmasına, halkın zulüm içinde kalmasına, selsefil duruma düşmesine, hayaller ve kişisel ihtiraslar uğruna dünya savaşı başlatılmasına kadar gidebilir. Kuralın, ülke halkının talepleri doğrultusunda, halkın hür iradesiyle belirlediği temsilcilerin oluşturduğu parlamento aracılığı ile konulması ve devleti yönetenler tarafından uygulanması, cumhurun yönetimde söz sahibi olduğu demokrasi ile mümkündür. Sağlıklı işleyen bir demokratik ortam, sürekli kendini yeniler ve ülkelerin öncesinden daha iyi idaresine yönelik kuralların, kanunların, uygulamaların gelişmesini sağlar. Hükümranlık gücü, adil olmayan kişilerin eline geçerse, diktatörlük oluşmasa da hatta iradesi tutsak, sözde bir parlamento var olsa da vatandaş eza ve cefa içinde kalabilir. Yönetim şeklen işlese de, hatta biçimi cumhuriyet, demokrasi, halk iktidarı kelimeleri ile süslense de halk inim inim inleme durumuna düşebilir. Azınlığın çoğunluğa boyunduruk takması nasıl kabul edilemez ise çoğunluğun azınlığı hor görmesi, başkalaştırması, ayrıştırması da asla kabul edilemez ve devletin egemenlik hakkı ile meşrulaştırılamaz. Toplumun kültürel altyapısı, geçmişi, tarihi, inanç sistemi, azınlığı-çoğunluğu hatta taşı-toprağı, bitkisi-hayvanı dikkate alınmadan, bunların olumlu veya olumsuz etkilenmeleri adil bir yaklaşımla incelenmeden tesis edilen hukuki yapı, ülkede huzursuzluk ve kötüye gidişin kaynağına dönüşür. Biriken sosyal sorunlar, kişisel-toplumsal talepler, çevresel beklentiler, egemen gücü öyle bir zorlar, gerilim öyle bir artar ki “yeter söz milletindir” akımıyla evrimleşme süreci başlar. HÂKİMİYETİN TEMELİ, ADİL OLMAKTIR. (09.05.2020) |
![]() |
YASAK ; “Bir işin veya eylemin yapılmasına karşı ortaya konulan engel” olarak açıklanan yasak kelimesi ve yasaklanma durumuna, muhatabı olduğu birey ve toplum genellikle itiraz eder. Kabullenmenin zor olduğu yasaklar için idareciler yasa çıkarmak, zorlayıcı tedbirler almak veya güç kullanmak zorunda kalabilirler. Öyle ki, bazı yasaklar kişiyi bazıları ise toplumları korumak için, masumların oluşmasını engellemek için uygulamaya konulurlar. “Her türlü yasağa karşıyım” diye ortaya çıkanların bizzat kendilerinin yasakçı olduğu, özellikle menfaatine dokunulduğunda nasıl bir yasaklar çemberi içinde kendilerini korumaya aldığını, kendisine verilmemiş yetkilerle, bazen de kendine benzeyenler ile bir olup yasaklar kalkanına sığındığını, destekçiler de bulduğunu görüyoruz. Toplumsal hak ve hukukun kişisel menfaatler için engellendiği, bunun açık, bariz yapıldığı durumlar ise maalesef fikren ve cebren çatışma zemini oluşturuyor. Eğer, yasağı koyan idari anlamda yetki ve makam sahibi ise zalimleşebiliyor ve masumane de olsa engelleme eylemi önce yıldırmaya, baskıya, eziyete ve sonra da zulme dönüşebiliyor. Gün olur devran döner misali gücünü kaybeden zalim, mazlumların ahını aheste aheste ödeyerek, hatta lanete varan kelimelerle yâd edilerek kaybolup, silinip gidiyor. Yasaklar bazen toplum menfaatini korumak, daha büyük sorunların ortaya çıkmasını, yayılmasını, çoğunluğun mağduriyetini engellemek için ülkeyi yönetenler tarafından da uygulamaya konulabilir. Engellemeler, sebepleri ve faydaları izah edilmiş, akli ve mantıki olarak doğru kabul edilmesine rağmen, bazen yasaklara karşı gelişen insani bir hisle, bazen de sadece karşı gelmek, idareye, otoriteye itiraz etmek için tepkiyle karşılaşabilir. Bireysel özgürlüklere müdahale eden, kısıtlayan yasaklamalar, bireylerin oluşturduğu başlangıçta küçük gruplar, sonrasında toplum boyutuna eriştiğinde çıkması beklenen karşı sesler, itirazlar daha da gürleşir, insanın yaratılışındaki yasaklanan eylemlerin çekiciliği ile yeni taraftarlar destekleyiciler bulabilir. Fiili durum öyle büyüyebilir ki beyazlar-siyahlar, evetçiler-hayırcılar veya akçılar-okçular oluşabilir, toplumu ayrıştırabilir, cebir ve şiddete giden süreçte herkesin kaybedeceği de muhakkaktır. “Toplumun huzuru” esas alındığında, yasaklamalar gereklidir bazen, kısıtlamalar sorunların gelişimine engel olacaksa eğer; teslim olmak, otoriteye boyun eğmek anlamı çıkarmadan, komplo teorilerini dikkate almadan ve hatta sorgulamadan, şartsız “kabullenmek”, evden çıkmamak, hayatı eve sığdırmaktır bazen. SONSUZ ÖZGÜRLÜK, ERİŞİLMEZDİR. (30.04.2020) |
AHESTE ; Günlük yaşantımızda “alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” cümlesinde bolca kullandığımız ‘yavaş, ağır biçimde’ anlamındaki küçük ama çok büyük manalar taşıyan, insanın içinden, vicdanının derinliklerinden söylenen, dillenen, haksızlık karşısında kişinin safını belli eden, naif bir beddua, ‘bekle ve gör’ cümlesi ile zarif bir tavsiye içeren, bazen ‘ben demiştim’ ile buruk bir gurur yaşatan sözcüktür, aheste. Bir çalışma esnasında, bir iş veya yemek yaparken, araç kullanırken bazen, hızlandığımız, acele ettiğimiz, kelimeleri-cümleleri peş peşe dizdiğimiz, soluksuz konuştuğumuz, koştuğumuz zamanlar olur. Bu durumda ikaz genelde bizim dışımızdakilerden, ikinci kişilerden gelir “aheste ol” ile uyarılır, nefeslenmemiz, derin nefes almamız, virgül hatta nokta koymamız istenir bazen. Kişinin, kendinin dahi fark edemediği bu durum psikoloji bilimi alanında olsa da kişi için olumsuzluklar içerdiği açıktır. Öyle ki, diğer bazı insani durumlarla, özellikle hırs ile birleştiğinde veya yarış içine girildiğinde ve şiddetle birlikte kullanıldığında tehlikeli olabilir, kişiye ve çevresine zarar verebilir. Ayrıca, bazı işler vardır ki çabuk yapmak o işten zevk almayı, mesleki tatminin dozunu düşürebilir, ortaya çıkan sonuç veya ürünün şişirilmiş olduğu, hakkının verilmediği hemen anlaşılır, beklenen fayda da sağlanamamış olur. Örneğin, çorba karıştırma olayı basit gibi görünse de aheste aheste yapılması gereken, sabır gerektiren bir çalışmadır ki sonuçta kıvamı yerinde, tadı-tuzu-acısı kararında, içine katılanlar unutulmamış, sırası atlanmamış, gereken ilgi ve özenin gösterildiği, övgüyü hak eden bir çorba çıkabilsin, tadı damakta kalabilsin. Konu, insan hayatına taşındığında, telaş ve panikle birlikte endişe, kaygı, sinirlilik halinin ve hata yapma riskinin arttığı, oluşan ruhsal duyguların hem kişinin sağlığını hem de etraftakileri olumsuz etkilediği, ortamı gerdiği, gereksiz sürtüşmelere sebep olduğu, sosyal ilişkilere zarar verdiği bilinen, gözlenen hususlardır. Bir koşturmaca içinde geçen günlerin nasıl “su gibi” aktığı, “daha dün gibi” cümlelerinin bolca söylendiği görülür ki zaman uçmuştur artık. Halbuki; sakin, her anın tadı çıkarılarak, zevk alınarak, aheste ama kararlı, istikrarlı harcanan zamanın ne kadar kalıcı olduğu, kişiye unutulmaz anılar kazandırdığı, ileri yaşlarda yazabileceği, anlatabileceği ve etrafındaki gençlere “bir bilen” olarak aktarabileceği çok fazla birikim elde edilebildiğini görüyoruz. Aynı şekilde, çevresi ile aheste paylaşılan anların, herkes için çok daha değerli, kalıcı ve paylaşımlarla dolu olduğu da bir diğer gerçektir. AHESTE HAYAT, KAZANÇLIDIR. (23.04.2020) |
![]() |
DERS ; Öğretmenin verdiği, öğrencinin aldığı bilgiler topluluğu olan ders, bazen bir kağıt parçası, yazılabilen tahta gibi malzemeler üzerinde bazen sınıf, salon gibi mekanlarda, belli bir süre içinde, belirlenmiş konularda aktarılır. Anlatılanlar, öğretme kabiliyeti yanında aslen öğrenebilme yeteneği ve özümsenme büyüklüğüne göre kalıcı olur. Bilginin hayata aktarılması ve bir ömür kullanılabilmesi, faydaya dönüşmesi ve hatta başkalarına da aktarılabilmesi, çoğalması öğrenenin sorumluluğundadır artık. “Öğretmen, öğrenci, malzeme, mekân, süre, konu” bir ders için gerekenler olarak görülse de bunların uygunlukları ve aralarındaki duygusal ve işlevsel ilişkiler dersteki verimi ileri derecede etkileyecektir. Öğretmen, özellikle belli bir dönemde öğrenci için “herşeyi bilendir”. Matematik profesörümüz çocuğunun “baba sen öğretmenimden daha mı iyi bileceksin” dediğini aktarmıştı yıllar önce. Konuya ve sınıfa hakimiyeti, ses tonu hatta bakışları ve en önemlisi adilliği öğrencideki değerini ve önemini doğrudan etkileyecek, izler bırakacaktır. Öğrenci, ders için gerekli şartların oluşturulduğu, sadece öğrenmesi istenen, aldığı bilgiyi uygulaması, aktarması, ve çoğaltması beklenen, geleceğin mimarı, ülkenin ve ailenin ümidi, gururu olan, “çok şey” beklenen bireydir. Dersin alınma miktarındaki, muhakeme hacmindeki ve geliştirme potansiyelindeki en önemli kişi, acaba bunun farkında mı, böylesine bir sorumluluğu ve üzerindeki yükü idrak edebiliyor mu, sadece kendini değil toplumu da kurtarması ve hizmetkâr olmasının beklendiğini biliyor mu. Bireyin, aile içindeki yetiştirilme tarzı, kişiliğinin geliştirilmesi, hayata hazırlanışı, bir tablo gibi milim milim işlenişi sonrasındaki eser tüm beklentileri karşılayabilecek mi bunu önceden kestirebilmek zor. Dersin diğer bileşenleri, malzeme, mekân, süre eğitim biliminin çalışma alanında kalan, kendine has detayları olan, uzmanlık alanları oluşmuş hususlar, öyle ki silginin kokusu, kalemin sertliği, duvar renkleri, sıranın-masanın yerleşimi, ışığın yönü, dersin süresi, verilen aralar inceleniyor. Ancak, dersin konusu, öğrencideki kalıcılığı ve hayatta uygulanabilirliği, kısaca “ne işe yaradığı” çok büyük önem taşıyor. Lisedeki “kasadan takla atma” konusunu hayatında kullanan kaç kişi vardır ki “çok mu gerekliydi” diye soruyoruz. Halbuki, güzel dilimiz Türkçemizi “öğrenememiş” bireylerin, hayatını birkaç yüz kelimeyle geçirdiğini, bilgiyi aktarmak çoğaltmak bir yana derdini dahi anlatamadığını, okuduğunu, söyleneni anlayamadığı gibi yazamadığını maalesef görüyor ve “gerekliyi” söyleyebiliyoruz. DERS ALABİLMEYİ ÖĞRENİN. (16.04.2020) |
![]() |
BUGÜN NE İÇİN ; Dünyanın kendi ekseni etrafında bir tur dönmesiyle oluşan gün, yirmidört saate bölünmüş bir zaman dilimidir. Sekiz saati uykuya ayrıldığında kalan elliyedibin altıyüz saniyenin çok da uzun olmadığı görülür. Dolayısıyla, durdurulamayan bu sürenin ne için kullanıldığı, alınan bir o kadar sayıdaki nefesle neler yapıldığı, ömürden bir parçanın nasıl geçirildiği büyük önem taşır. Özellikle, hesap gününe inanan kişiler için önem daha da fazladır. İnsan ömrü, dün, bugün ve yarın olmak üzere üç bölüme ayrıldığında; yarının bugün, bugünün de dün olacağını ve geçmişin geri getirilemeyeceğini, olmuşların değiştirilemeyeceğini unutmamak “bugünü” bu temel felsefe ile yaşamak gerektiği ortaya çıkar ki her nefesin değeri bilinsin, hakkı verilebilsin. Bugün, “dünü” yaşayanların bol hayıflanmalı, öyle yapmasaydım, şöyle etmeseydim, böyle olmasaydı cümleleri ile geçen bir ömrü olur, hem bugünü hem de yarını keşkelerle dolar. Fikren olmasa da fiilen bugün dün içindir yaklaşımı içinde yaşayan bu kişilerin öncelikle kendilerine ve sonrasında yakın ve uzak çevresine pek bir yararı olmaz, hatta kullandıkları masalımsı dil, özellikleri gençleri fazlasıyla sıkıp üzebilir de. Dünden ders alıp gelişmeye kapalı olduklarından, fayda üretmeye de zaman bulamazlar, yaş ilerledikçe de dünde yaşar dururlar. Göçüp giderken dünyadan milyarlarca saniye büyüklüğünde bir boşluk bırakırlar ki ne romanı yazılır ne de şiiri okunur. Bugün, “günü” yaşayan, bugün bugün içindir temelindeki hayat tarzı onaltı saatin çoğunu, sadece kendisi için, zevki sefası için kullanır ki düne kalacak daha az faydalı cümleleri olur. Ancak, yarını için elle tutulacak bir birikmişleri, yarında kullanabilecek bugün kazanılmış üst üste konulmuş bilgi-beceri ve tecrübeleri genelde olmaz. Bu kişiler, yarın olduğunda bugün yapmadıkları için az veya çok keşkeli hayat sürerler. Roman değil ama bir çırpıda okunan, günü bile doldurmayan, küçük hikâyeleri birkaç kısa kısa şiirleri yazılabilir belki. Bugün, “yarın” için yaşayan, bugün yarın içindir diyenlerin, dün içinde yarın içinde çok çok az keşkeleri vardır ve daha çok bugünü yaşayamadıklarına hayıflanırlar. Dünyaya yaptıkları katkılar, bırakılan eserler ve izler üzerine romanlar, şiir kitapları doldurulur. Bir ömür geçti derken bir buruklukları olsa da geride bıraktıklarının verdiği huzuru ve mutluluğu duygu yoğunluğu ile yaşarlar. Bugünü, dün için yaşayanlar hem bugünü hem yarını kaybederler; bugünü bugün için yaşayanların dünü ve yarınları yoktur; bugünü yarın için yaşayanların ise dünü de yarını da vardır ancak bugünlerini feda ederler. ÖMRÜNÜZDE KEŞKELER OLMASIN. (08.04.2020 |
![]() |
ÇAĞRIŞIM ; “Bir düşüncenin, görüntünün ya da davranışın bir başkasını anımsatması” olarak tarif edilen çağrışım, ömür sürecinde isteyerek veya istemeyerek hafızamıza yerleşen kişi, olay ve durumların başka bir durum esnasında hatırlanmasıdır. Çağrışımlar; bazen güzel, hoş kapılar açarken, bazen de üzülmeye, gerilmeye sebep olabiliyor. Bir konuşma bütünü içinde kişi, farklı duyguları birçok defa yaşayabiliyor, gözü yaşarabiliyor, kahkahaları camları titretebiliyor. Hafızaya yerleşmiş, ‘anı’dan ziyade küçük ‘izler’in çağrışımıyla sebep olunan duygu durumu, kişinin tüm hayatında nelerin bilinçaltında biriktiğine de bağlı aslında. Psikiyatri ve psikoloji bilim alanlarında değerlendirilen bu durum, kişinin geçmiş yaşamının sorgulanması ile ortaya çıkan izlerin, günümüz ve sonrasındaki yaşamını daha da iyileştirmeyi, kötü tetikleyicilerden korunmayı hedefliyor. Bireyin, kalıtımsal olarak sahip olduğu özelliklere ilave olarak, doğumundan itibaren ailesi, çevresi ve eğitim-öğretim ortamlarında da geliştirdiği kişilik yapısı, bilinçaltına gönderilenleri doğrudan etkiliyor. Dolayısıyla, kişinin konuşmalarında ve yazdıklarındaki çağrışımlar, karakteri konusunda fikir verirken, gelecekteki yolu-yönü hakkında da bilgi verebiliyor, iyimser, kötümser sıfatları kullanılabiliyor. Kendisine yapılan iyilikleri “kalıcı olsun, unutmayayım” diye taşa yazanlar, kötülükleri ise “bir an önce silinsin, unutayım” diye kuma-suya yazanlar ile tersini yapanlar arasındaki kişilik farklılıklarını görüyoruz. İyimserlerin, hayata daha başka tutunduklarını, amaç-hedef ve yaptıklarının farkındalık yarattığını, pozitif-olumlu bir yaşam şekli oluşturduklarını ve ışık saçarak aydınlık ortamlar sağladıklarını biliyoruz. Bu durum, çağrışımlara sebep izlerin, kişinin başkalarının bilinçaltındaki yerinin olumlu veya olumsuz olmasını da büyük oranda etkiliyor. İzleri olumlu olanlar, "iyi insandı..." gibi çok güzel ve özel cümlelerle anılırken, olumsuz iz bırakanlar, kısaca “nahoş” cümlelerle ve bazen lanetlenerek yâd ediliyor maalesef. Kendimizin ve çevremizdekilerin, geçmişini ve yaşanmışını değiştiremeyiz, hafızaları eleyip sadece iyi izleri tutamayız ama ‘şu an’ ve ‘gelecek’ de bir gün “geçmiş” olacağından, bundan sonrasını daima iyi izler biriktirecek şekilde yaşayabiliriz. İyimser bir yaşam ile, kötü çağrışımları en aza indirerek, sürekli iyileri ekleyerek, olumsuz izleri hafızamızın derinliklerinde tutabilir belki unutmayı da başarabiliriz. KİŞİ, DOLDUĞUYLA TAŞAR. (01.04.2020) |
DUA ; Yaratılışından itibaren, çevresinde var olan veya tercihen bir inanç sistematiği içinde bulunan insanoğlu, inancının en üst mertebesindeki makam sahibinden isteklerini “dua” yolu ile talep eder. Tek kişinin ya da din adamlarınca yönetilen toplu tapınma, kutsama ve dinsel törenlere katılan kişilerin; yüce varlıktan, doğaüstü güçlerden yardım ve acıma istekleri için seslenişleri, yakarışları olarak da ortaya çıkar. Dua, "bireysellik" taşırken, aynı zamanda toplumsal hatta evrensel talepleri de barındırır. Yağmur duasında kendi tarlanın sulanmasını beklerken, tüm ülkeye de yağması istenir aslında. Huzur için yapılan dua, tüm dünyanın barışı, mutluluğu, refahı, zalimlerin cezalandırılmaları içindir. Sağlık için dua ederken tüm hastaların iyileşmesi, beterinden korunması talebi vardır. Ölmüşlere, şehitlere rahmet okunurken, af dilenirken yeni ölümlerin olmaması da vardır duanın içinde. Dua, bir “teslim oluştur” aslında. Bazen, bir ibadet zincirinin içinde sıradan bir bölüm iken, bazen özel bir durum için seslenilir topluca. Bazen, tek başına bir köşede, bir ağaç altında, bir taşa dayanak, çaresizlik içinde kısık bir sesle, boyun bükerek yakarıştır, aman dilemektir, kurtuluşa, feraha erişmek içindir. İstekler o kadar büyük ve çok olur ki bazen, binlerce kilometre uzağa gider, gözyaşı ile sular cümlelerini, başkalarını da ortak etmek ister dualarına bazen. Dua, bir “huzura eriştir” aynı zamanda. Kişilerden istenenler “hemen, sonra, asla” ile sonlanırken yüce makamdan istenenin gerçekleşmesi için daima umut vardır sürekli canlı tutulan. İnanılır ki; gerçekleşse de gerçekleşmese de mutlaka isteyenin hayrınadır sonuç. Vaktinin gelmesini beklemek, istemekten ve doğru yolda ilerlemekten asla vaz geçmemek, ümitsizliğe kapılmamak, dinginlik gerektir. Dua, "kendini sorgulamaktır” bazen. ‘Neden kabul olmuyor dualarım’ diyerek, davranışlarını, konuşmalarını, yaptıklarını, düşüncelerini, aklını-fikrini düzeltmeye, dünyadaki var oluş gayesini hatırlamaya zorlar kişiyi. Böylece, inancını daha da kuvvetlendirmeye, mükemmel insan seviyelerine erişmeye, sevmeye ve sevilmeye sebep olur. Dua, “sabırdır” çoğu zaman. ‘belki yarın belki yarından da yakın’ diyerek isyan etmeden, ulu makamı sorgulamadan, daha samimi, içten, sadece sözde değil özde bir teslimiyetle inanç sistemi içinde kalabilmek, kişiden-toplumdan beklenenleri halisane yerine getirerek sonuca hazır olmaktır. ‘Görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler’ diyebilmek ve kabullenmektir daima. DUA, HAYATIN PARÇASIDIR. (26.03.2020) |
![]() |
ADALET ; “Herkese lazım” olarak başlanılan fakat herkesin de etken ve edilgen olarak yer aldığı, hem dünyevi hem de uhrevi boyutta sınırları çizilen, toplumların kültürel değerleri ve evrensel kuralların etkileşimiyle oluşturulmuş yazılı ve sözlü kurallar topluluğunu işleten, çok bileşenli sistematik yapıdır, adalet. İnsanüstü hatta devlet ve devletler üstü ulvi bir kavram olarak adalet, kişinin kendi içinde taşıması gereken, duygu, düşünce ve davranışlarını düzenleyerek toplumsal ilişkilerinde önemle ve özenle kullanması gereken çok çok önemli bir karakter yapısının da temelidir. Henüz yazılmamış, sözlü hale gelmemiş fakat kişinin akli melekeleri ile geliştirebileceği “adil olma”, “hakkı gözetme” üzerine kurulu düşünce ve davranış biçimlerini kişi oluşturabilir ve mevcut sistemle ters düşmeyerek uygulayabilir. Kişinin, taviz vermesi ve geri adım atması gerektiğindeki yaklaşımı, adaletli davranma noktasında kişiliğini de ortaya koyar. Boş gördüğü park yerine aracını sürerken bekleyen olup olmadığına bakınması, sigarasının dumanını takip edip birilerine verebileceği rahatsızlığı gözetmesi, elindeki kağıt parçasını geri dönüşüme kazandırma yolunu araması dahi adaletli yaklaşımın göstergesidir. Adalet, sadece devletin değil kişinin kendisi ile, başkaları ile, canlı cansız tüm varlıklarla ilişkilerinde kısacası yaşamının her anında gözetmesi gereken davranış biçimi, hayat felsefesi olmalıdır. Kimse görmedi diye hırsızlık yapılamayacağı gibi, medeni hukukla, dini kurallarla, kültürel olarak da yasaklanmamış diye adaletsizlik yapılamaz. İnançsal boyutta “ilahi adalet” mutlaka tecelli edecektir ancak asıl tecelli kişinin vicdanında gerçekleşendir. Öyle ki, vicdanen rahat olunmayan durumlar kişiyi içten içe kemirir, sürekli acıtır-sızlar, hatırlandıkça ağlatır bazen. Yıllar geçtikçe pişmanlıklara dönüşür ki düzeltilmesi hepten mümkün olmaz. Hele bir de haksızlık yapılan göçmüşse dünyadan, helalleşme ahirete kalmışsa eğer, kalan ömürde ızdırap üstüne ızdırap, of ki of. Doğruluk, dürüstlük, güven gibi değerler, kişiler arası ilişkilerde en üst seviyede istenen, beklenen kişilik özellikleridir. Kimse bir yalancı ile temas kurmak, sahtekârla yürümek istemez. Kişinin asıl değerini, gerçekleşen bir durumda, kendisi olayın tarafı olmasa dahi göstereceği adaletli yaklaşımı, hakkın yanında duruşu, tavrını güçlüden, menfaatinden yana değil haklıdan yana göstermesi belirler. Bazen, bazı özellikleri beğenilmeyen, hoşgörülmeyen kişilerin, adilce, hakkı savunduklarını görüyoruz ki aranan, istenen özellik de bu zaten. ADİL OL VE ADALET SAFINDA OL. (20.03.2020) |
![]() |
SAĞLIK ; Canlıların, bir hücre, bir tohum olarak başlayan dünyaya gelme ve ömür sürecinde kendinden beklenileni yerine getirmesindeki en önemli unsur "sağlıklı" olmaktır. Eğer kişiler, bir canlının oluşumunda etkili ve katkılı iseler, o canlının sağlıklı oluşması ve yaşaması için çok daha fazla sorumluluk üstlenmişlerdir. Olayı, bireysellik ve aile gibi mikro boyuttan toplum-ülke-dünya ve hatta evren gibi makro boyuta taşıdığımızda “sağlıklı” sıfatının anlamı çok daha önem kazanacaktır. Bir çocuğun doğum öncesi ve sonrasında anne-babası ile bitki-ağaç yetiştiren çiftçiler, hayvan sahiplenen kişiler ve hatta gıda-makine üreten işçiler de, sağlıklı çocuk, sağlıklı meyve, sağlıklı hayvan, sağlıklı ürün konusunda üstlendikleri görevleri “yüksek bir bilinç” ile yerine getirmek zorundadırlar. Makro ölçekte sağlık, sistemin içindeki tüm unsurların sağlıklı olması ve işletilmesi ile oluşturulabilir. Toplumsal bir varlık olan insan, öncelikle kendi sağlığı için bir çaba içinde olmalı, gayret yetersiz kaldığında da destek almalıdır. İnsan, sağlıklı olduğu sürece dünyaya faydalı olur ve kendinden beklenileni verebilir. En basitinden, baş ağrısının veya öksürüğün hayatımızı nasıl olumsuz etkilediğini, verimli düşünemez hale geldiğimizi, uyku haliyle dolaştığımızı biliyoruz, yaşıyoruz. Kişinin, mükemmel işleyen vücudunu “malı” gibi görüp keyfine göre, ona zarar verecek, sağlıksızlaştıracak tarzda davranması, “benim bedenim, kime ne” sapkınlığı ile kullanması hem kendine hem de topluma, dünyaya karşı büyük bir haksızlıktır. Davranışlar, başkalarının da sağlığını etkiler duruma erişmişse eğer, haksızlığın boyutu devleşir. Zararları, bilimsel kanıtlarla, dinsel açıklamalarla veya mantıksal ifadelerle ortaya konulmuş, davranışları ve alışkanlıkları sürdürmek, uyarıları dikkate almamak, inatlaşmak üstelik dayanaksız bahaneler üretmek “sapkınlık” değilse de “akıl işi” de değildir. Örneğin, sigara konusunda; zararlı “biliyorum”, bırak o zaman “alışkanlık”, öldürüyor “içmeyenler de ölüyor”, burada yasak “yer göster”, kokuyor “uzaklaş”, rahatsız ediyor “git o zaman”, gibi sonuçsuz, sinirleri geren diyaloglar maalesef aklın değil inadın cümleleri oluyor. Hele bir de oluşturduğu sağlıksız ortamda, başkalarını da bulunmaya mecbur eden ‘zorbalar’ var ki yapılan tam zalimlik. Kendi sağlığını düşünmeyenlerin, inat ederek diğerlerinin “katlanıvermesini” bekleyenlerin, tüm bencilliklerini yenip başkaları için iyi bir şeyler düşünme ve yapma ihtimali çok düşük görünüyor. SAĞLIKLI BİREYLER, HER İŞİN BAŞI. (14.03.2020) |
![]() |
HIRS ; İnsanoğlu, “isteme, elde etme ve sahip olma” duygusunu, yaradılış özelliği olarak daima içinde taşır. İstekler; mal, mevki, şöhret gibi dünyevi olabileceği gibi sevgi, saygı, huzur gibi manevi veya sevap, rıza, cennet gibi uhrevi de olabilir. Dünyevi, maddiyata dayalı istekler için gösterilen hırs ve bu duyguyla gelişen davranışlar kişinin sadece kendisini kasıp kavurmaz çevresindekilere de bir şekilde dokunur, rahatsız eder ve tepkilere neden olur. Emrinde insan çalıştıran, yönetici, amir durumundaki kişilerin hırsları bezginlik yaratır, “yeter artık” ile isyan noktasına taşınır. Hırslı kişiler, aile bireyleri dahil çevresindekileri, şahsi istekleri için yönlendirdiğinde, vazifenin ötesine geçerek “kullanma” durumu oluştuğunda ve sonu gelmeyen istekler zinciri geliştiğinde, sınırlar zorlanmış, patlama noktasına yaklaşılmış demektir. Genellikle, kifayetsiz de olan bu kişilerle aynı ortamlarda bulunmak büyük bir eziyettir ve sağlam sinirler gerektirir. Hırs, manevi talepler için geliştirildiğinde daha bir bireyselleşir, çevresine verebileceği huzursuzluk daha kabul edilebilir ölçüdedir aslında. “Herkes beni sevsin, saygı duysun” şeklindeki hırs, aşırı seviyeye çıkıp “neden olmuyor” noktasına ulaştığında ise naif bir beklentiden öteye geçip etrafındakilere bir dayatma, zorlama durumunda, “mecbur muyum” tepkisi oluşur ki kişiyi çok daha vahim durumlara, psikolojik bozukluğa, aile içi huzursuzluğa, işyerinde sıkıntılara sebep olur ve tedavi gerektirebilir. Uhrevi istekler, belli bir inanç sistematiği içinde kişi ile “istek makamı, tapınılan” arasında gelişen, genellikle diğer kişilere, çevreye kapalı, tek yönlü bir ortamdır. Hırs boyutuna eriştiğinde önce kişiye sonra da çevresindekilere zararlar vermeye başlayabilir, “kafayı yemiş” durumuna, "divane" aşamasına geçilebilir. İşi gücü bırakılıp, çoluk çocuğu ihmal edip gece gündüz ibadete gömülmek, inzivaya çekilmek ve yaradılış sebebini unutup sadece uhrevi âleme yönelik yaşıyor olmak, kişiyi, ‘dünyada varoluş gayesinin anlaşılamadığı’ noktasına taşır ki sadece kendi derdine düşmüş, muhteris bazen benciller ortaya çıkabilir. Hırs, kontrol edilebilir ise eğer birey ve hatta toplum için faydalıdır aslında. Kişiyi, gelişmeye, öğrenmeye, üretmeye, kabuğunu yırtmaya, keşifler yapmaya, farklı bakmaya ve düşünmeye, kısır döngülerden ve karamsarlıktan çıkmaya yöneltebilir. Ayrıca, faydasız duygu ve davranışlardan uzaklaştırabilir, kendinden emin, temkinli, istekleri makul ve erişilebilir olur. KONTROL EDİLEBİLEN HIRS FAYDALIDIR. (08.03.2020) |
KIZMAK ; "Isınan bir cismin sıcaklığının artması" şeklinde fiziki tanımı olan kızmak, kişinin bir olay veya durum karşısında öfkelenmesi, sinirlenmesi hali olup insani bir duygudur. Genelde anlık gelişebileceği gibi, kızmaya sebep olayın süreğenliğine bağlı olarak gecikmeli de oluşabilir. Bazen, olayı hatırlatan kişi veya nesnelerle karşılaşıldığında, zaman içinde şiddeti düşse de tekrarlanabilir. Kızma halinden sakinleşmeye geçiş, kızgınlığın şiddeti nispetinde belli bir zaman gerektirebilir. Her metalin kızma derecesi ve süresi farklı olduğu gibi bireyin de kızgınlığa erişim süresi kişiden kişiye farklılık gösterir. Aynı cümleye, şakaya birisi kahkahalarla gülerken diğeri sert tepki verebilir. Kişinin, o andaki ruh hali en önemli etken iken asıl önemli etken genetiğinde var olan, eğitimi, yetişme tarzı, hayat tecrübesi gibi etmenlerle şekillenmiş “kişilik yapısı”dır. Hakkında fikir sahibi olunmayan kişilerin yanında, nereye varacağı, nasıl algılanacağı belli olmayan, açık uçlu, tartışma ve gerginlik yaratacak söz, hal ve tavırlardan hatta ses tonundan kaçınmak gerekir. Özellikle, bilgiye değil duyuma dayalı, komplo teorileri içeren, inanmada zorluk yaşanabilecek, gerçekçi olmayan yalan yanlış konular ve zemini bozuk, çıkış noktası hatalı, kısır döngüye girmiş tartışmalar, bilgi, belge ve gerçeklik temelinde var olan kişileri kızdırır. Kızan kişinin vereceği tepkinin şiddeti de yine kişilik yapısına bağlı olarak değişkenlik gösterir ve “ne vardı bu kadar kızacak” cümlesi ok fırladıktan sonra bolca söylenir. Bu nedenle, tartışma ortamındaki cümleler dikte etmeye, karşıdakini o fikri kabule zorlamaya yönelik olmamalı “bence” kelimesi ile sadece kendi fikrinin olduğu sık sık ifade edilmeli, kişi inanmada serbest bırakılmalı, iyi niyet ve hoşgörü esas olmalıdır. Kızgınlık halinin kişinin kendisine ve verdiği tepki ile bulunduğu ortama, karşıdaki kişiye yaptığı etki son derece yıpratıcı ve üzücüdür. Bazen izleri yıllarca sürer, selamlar kesilir, dargınlık başlar, küslüğün nedeni unutulur ancak izi unutulmaz, “değer miydi?” sorusu söylenir durur. Pişmanlıklar geçmişi silemese de hayat tecrübesi kalır; ateşe körükle gitmeme, ortamı germeme, üzerine varmama, yüklenmeme, bardağı taşırmama, sinir etmeme, kısır tartışmalara girmeme öğrenilir ama kaybolan dostluklar, arkadaşlıklar olur. Diğer taraftan, her şeye sinirlenmeme, dolduruşa gelmeme, gülüp geçme, inatlaşmama, tahrike kapılmama öğrenilir ama sağlığı tehdit etmesi, olur olmaz hiddetlenme ve sonrası tedavi sürecine gidebilir. KIZGINLIK, YAKICI VE YIKICIDIR. (01.03.2020) |
![]() |
TECRÜBE ; Kişi, hayat yolculuğunda sürekli bir takım olayların, durumların, arayışların içinde ömrünü geçirirken görerek, yaşayarak ve deneyerek bir takım birikimler, deneyimler, görgüler elde eder. Dolayısıyla, yaşananların bir kalıntısı olan tecrübe, öğrenmeden farklı olup bir kazanımdır ki “tecrübe kazanmak” fiili ile anlatılır. Hayat, bazen uzun bazen kısa, bazen sıkıntılarla iyice darlaşmış, incelmiş, bazen huzurla genişlemiş bir yol, gece gündüz giden de bir yolcu. Bu yolda “başıma gelmeyen kalmadı” cümlesinin azlığı ve çokluğu, eğer ders alınabilmişse kazanılan tecrübenin miktarını ve büyüklüğünü belirliyor. Birikimsiz geçen bir hayatın, verimsiz çorak bir topraktan, meyvesiz bir ağaçtan hiçbir farkı olmuyor. Eğitim yıllarını kapsayan çocukluk döneminde, hayat kurma telaşesi ile geçen gençlik döneminde, kişi, tecrübelerini tartıp, biriktirip, tekrar yararlanma imkânlarını pek de uygun, yerinde ve yeterince kullanamıyor, hızla değişen gündeminde düşünmeye bile zaman bulamıyor. Kişi, “unu eleyip, eleğin duvara asıldığı” ileriki yaşlarda, hayatın daha az dalgalı döneminde arkasına bakarak daha olgunca düşünüp değerlendirdiğinde “nereden nereye” geldiğini görüyor, “nasıl geçti bir ömür” noktasına geliyor ki birikimlerinin değerini kavramış olarak hayat tecrübesini anlatma, paylaşma arayışına giriyor. Kimisi, sosyal medyada yorumları, paylaşımları ile yer bulurken, kimisi şiirler, romanlar, kitaplar yazarak, kimisi de ‘yoldurum.com’ gibi internet siteleri üzerinden bilgi-tecrübe aktarımı yoluna gidiyor. Seminerlere, çalıştaylara katılarak topluluk önüne doğrudan aktarımı seçenler ise karşılıklı etkileşimin, birikimlerine yenilerini katmanın, verirken aynı zamanda alan da olmanın hazzını yaşıyorlar ki en güzeli de bu olsa gerek. Tecrübe paylaşımını, akıl vermek olarak gören “akıl verme para ver” diye yaklaşan kişiler, yaşanmıştan ders almayı öğrenememiş, denenmişi tekrar tekrar deneyenler oluyor maalesef. Bazen, öyle bir çıkmaza giriyorlar ki çıkabilmeleri bir danışmaya bağlı iken, gururlarına yenik düşerek kısır döngüde kendilerini yiyorlar. Zoraki kabul ettikleri küçük bir tecrübe kırıntısı ile düzlüğe çıkıyorlar ama duyguları akıllarının önünde gittiği için kibirlerinden vazgeçmiyorlar. Öldürmeyen yaraların kişiyi daha da güçlendirdiği gibi, atlatılan kötü olaylardan kazanımlar da daha faydalı ve kalıcı oluyor. Hele bir de başkalarının tecrübelerinden istifade edecek kadar akıllı ise kişi, her şeyi bilen cahillerden ordusundan hemen ayrılıyor, fark atıyor. TECRÜBEYE SAYGI SENELER KAZANDIRIR (23.02.2020) |
![]() |
DENGE “Bir nesnenin veya insanın devrilmeden durabilme hali” olarak açıklanan denge, dış etmenlere karşı dengede duranın bir çabası ve mücadelesini de içerir. Bazen, dengeyi bozacak etki dengede duranın içinde de gelişebilir. Elindeki denge sopası ile ip üzerinde yürüyen cambaz rüzgar, ipin sallanması, sağlamlığı, gibi dış etkiler yanında kalp atışları, heyecan, kaygı, korku gibi iç etmenlerle de başa çıkmak durumundadır. İnsan, toplum içinde de yaşasa, tek başına bir dağda da yaşasa sürekli dengesini bozacak iç ve dış etmenlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla, her daim kendini bu etkilere hazırlıklı tutmak, kişiliğini ani şokları sönümleyebilecek yapıda geliştirmesi gerekir ki ne rüzgar, ne kaygı-korku dengesini bozamasın. Kişinin sürekli savunma durumunda, teyakkuzda bulunması, hayatını “acaba bugün başıma ne gelecek” endişesi içinde yaşaması, panikli, kuruntulu, olumsuz ve mutsuz bir bireye dönüşmesine sebep olur. Kişi, öncelikle kendisi ile olan dengesini kurup iç huzurunu oluşturduğunda dışarıdan gelecek etkilere karşı daha bir dirençli olacaktır. Bazen ani rüzgarla sallanacak, fırtınada savrulacak, taş parçasına takılıp düşecek, bir virüsle yatak-döşek olup halsizleşecektir. Bazen bir söz moralini bozacak, bir kaza maddi-manevi sorunlar açacak, şoförün ani freni yere düşürecektir. Bozulan denge, hızla yeniden sağlanmalı, ayağa kalkılarak “ben daha ölmedim, buradayım” diyebilmeli, yılların birikimiyle oluşan kişilik özelliklerine, fabrika ayarlarına dönebilmeli, daha bir tecrübelenmiş, ders çıkarmış, kuvvetlenmiş, tekrarında daha bir direnç kazanmış olabilmelidir insan. Aksi takdirde, her dengesizlik sebebinde biraz daha eğilen, bükülen, teslim olunan, iç huzurun sağlanamadığı, psikolojik yapının sürekli yıprandığı, çöküşe, tedaviye doğru giden bir süreç başlar maalesef. Günümüz dünyasında, karmaşık, kozmopolit toplum yapısında, iş hayatında, yazılı, sözlü, sosyal medya ortamında, kişinin dengesini bozacak o kadar çok hal, tavır ve söz var ki, “yeter artık” diyerek ya başka bir tv kanalına geçmek, ya yolumuzu, yönümüzü değiştirmek, otobüsten inmek, mağazadan çıkmak, sosyal medyada sayfayı yenilemek zorunda kalıyoruz. Çok acı da olsa, dost bildiklerimizden, beraber yürüdüklerimizden, çalıştığımız ortamdan, kısa süreli bozulmaları göze alarak daha büyük sorunlar oluşmadan dengemizi korumak için ayrılmak gerekiyor bazen. HER DAİM “DENGELENMEYİ” ÖĞREN. (16.02.2020) |
![]() |
YÖNETİŞİM ; “Yönetenler (patronlar, amirler), yönetilenler (çalışanlar) ve üretileni tüketenler (müşteriler) arasında karşılıklı iletişim ve etkileşim yolları açık olarak üretim sürecini yönetme metodu” olarak ortaya çıkan yönetişim (governance), klasik yönetim (management) kavramından farklıdır. Bir ürünün üretim sürecinde yer alan; yatırım fikri, kararı, planlama, finansman süreci, fabrika yeri ve kurulumu, makinaların temini, idareci ve çalışan personel organizasyonu, uygun elemanların temini, makinaları ilk çalıştırma, test ve ilk üretim gibi ana aşamalardan sonra, pazarın bulunması ve ürünün dağıtımı, toptancı, marketçi ve müşteriye satış, müşterinin ürünü kullanımı, müşteri memnuniyeti ve geri bildirim aşamaları da büyük önem taşımaktadır. Görüldüğü gibi süreç içinde çok fazla etken bulunmakta olup en önemlisi “insan faktörü”dür. Sistemdeki her bireyin, bulunduğu pozisyonuna göre “ürün” üzerinde doğrudan veya dolaylı etkisi vardır. Eğer bu etkiler kolay kurulabilecek ve iyi işletilecek bir iletişim metodu ile toplanıp değerlendirilebilirse, özellikle idari kademe ve çalışanlar arasında oluşturulacak bir etkileşim ortamı ile üretim bandındaki aşamalara katkı sağlayabilirse “ürün” yönetişim kavramının uygulanışı ile elde edilmiş olur ki son kullanıcı olan müşterinin memnuniyeti artar. “Sadece ben bilirim”, “senin aklın ermez”, “sen işine bak” gibi patronluk içeren, diktatöryal yaklaşım asla kabul edilemez. Dolayısıyla, “manage (manej)-at terbiye alanı” kökünden gelen “yönetim” anlayışı, iletişim ve etkileşimin zirve yaptığı, bilim ve eğitim seviyesinin yükseldiği, bilgiye erişim ve paylaşımın hızla arttığı günümüzde, ürünleri daha iyiye ve mükemmele, kişileri ve yöneticileri başarıya taşıyamaz. Kişilere değer vermeyen, her bireyin “kendine has, nadide” olduğunu bilmeyen, bireydeki gizli hazineleri çıkarabilmeyi öğrenememiş, fikirleri önemsemeyen, hatta değersizleştiren, dinlemeyen tüm idari yaklaşımlar, üretimin hangi kademesinde olursa olsun kaybetmeye mahkumdur. “Bir elin nesi var iki elin sesi var” cümlesi, çok daha fazla elin bir orkestra oluşturabileceği fikrinin yolunu açar ki iyi bir yönetişim ile sistemin içindeki her bireyin farklı bakış açıları ve görüşleri, olumlu veya olumsuz yorumları ile iyi niyet temelinde “katkı” sağlamasına sebep olur. Mükemmellik erişilemez olsa da sürekli geliştirme ve iyileştirmeler, değer bilmeler her aşamadaki memnuniyetleri arttırır. “YÖNETİŞİM” İÇERİSİNDE BULUNUN. (08.02.2020) |
ÇAN EĞRİSİ ; Matematiksel bir eğri olan, daha çok istatistiki konuların grafikle sunumunda ve anlatımında kullanılan normal dağılım eğrisi, özellikle öğrencilik hayatımızda sesini duyunca “zil çaldı” diyerek teneffüse, oyuna koştuğumuz “zil” aletinin boykesitidir. Eğrinin, orta bölümü şişkin, yanları aşağıya doğru dike yakın eğimli, en alttaki uçları yataya paralele yakın olup, yatay eksenle sonsuzda kesiştiği kabul edilir. Çeşitli amaçlar için yapılan anketler ve bilgi derleme çalışmaları ile toplanan veriler, yatay ve düşey eksenli bir düzlem üzerine işaretlenerek, istatistik biliminin hesap metotları ile normal dağılım (Gauss dağılımı) eğrisi çizilir ve amaca yönelik değerlendirmeler yapılır. Çıkarılan sonuçlar, karar vericilere aktarılarak, çalışmalara yön verecek toplumsal, finansal, üretim ve yatırımlar için yönlendirmeler geliştirilir. Aslında, çan eğrisini, günlük yaşantımızın birçok alanında görmek, önce kendimizi, davranış ve düşüncelerimizi, sonra da çevremizdeki insanları değerlendirmede, gruplandırmada, davranış biçimlerini öngörmede ve buna göre yaklaşımlar geliştirmede, temas, hitap ve çalışma biçimleri oluşturmada kullanmak mümkündür. “Bir konu” hakkında fikriniz, dinlediğiniz kişilerin fikirleri, sosyal medyada paylaşılan yorumlar, uzmanların-bilim adamlarının açıklamaları ile o konu hakkında bir çan eğrisi oluşturarak kimlerin orta bölümde, kimlerin uçlarda, kimlerin düzlem dışında oldukları görülebilir. Böylece, ilişkiler en optimum şekilde ayarlanıp iyi niyet temelinde, bilgi, fikir paylaşımı, karşılıklı gelişim, etkileşim ve yönetişimin, huzur bozulmadan, kişiye ve düşünceye saygı çerçevesinde oluşması sağlanabilir. Çan eğrisi, genel ifade ile simetrik olup düşey eksen en tepe noktasından geçirilir ve bir dengeyi de ifade eder. Değerlendirmeye alınan “bireyin” eğride bulunduğu yer, “o konu” hakkındaki pozisyonunu gösterir. Dolayısıyla, “birey”in düşey eksenin sağında-solunda, orta-şişkin bölümde yer alması genel grupta olduğunu gösterir ki toplumumuzun büyük kısmı “sıradan” olarak adlandırılan bu bölümü oluşturur. Birey, eğrinin dike yakın dış kısımlarına yakın ise “sıradışı” olarak genel gruptan ayrılır. Dolayısıyla, o konudaki fikri ve davranışları ile büyük bir mücadele, bazen çatışma, gerginlikler yaşayacağı grubu da karşısına almış olur. Birey, eğrinin yataya yakın, hatta sonsuza giden kısmında yer bulmuşsa “uçuk” grubundadır. Artı yönde uçukluk “deha, dahilik” iken eksi yöndeki uçukluk ise kendine özgü farklılığıyla “divane” olarak kabul edilir. SIRADAN İŞLERİ “SIRADANLAR” YAPAR. (03.02.2020) |
![]() |
MERAK ; Araştırmaya ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimi, insanları ve hayvanları bu davranışlara yönelten duygu olan merak, hiç bilinmeyenler veya detaylı bilinmek istenenler hakkında incelemeler yapmaya, yeni yaklaşımlar geliştirip paylaşarak başkalarının da meraklanmasına ve yeniliklerle ilgilenenlerin çoğalmasına sebep olur. Medeniyetin ilerleyişindeki en önemli etmenin, kişilerin merak duyguları olduğunu, böylece bilinmeyenlerin peşine düştüklerini “neden, nasıl, niçin, nerede, ne zaman” gibi sorularla ve “acaba, denesek mi, belki, neden olmasın, ya tutarsa” gibi eğilimlerle yeni kapılar açıldığını, yerler keşfedildiğini kısaca “gelişildiğini” görüyoruz. Uçsuz bucaksız bir denizin arkasını merak edenlerin yeni kıtalar bulduğunu, “bu ne ki” denilerek toprağa atılan bir tohumdan farklı meyvelerin, bitkilerin yetiştiğini, “bu keçiler niye bu kadar keyifli” sorusu ile kahve çekirdeğinin bulunduğunu, “acaba kavurup öğütsek ne olur” diyenlerin başka tatlar elde ettiklerini biliyoruz. Düşen elmanın yer çekimini, yüzen tasın suyun kaldırma kuvvetini, uçuşan saçların elektriklenmeyi, kumda yakılan ateşin camın bulunmasını sağladığını meraka dayalı sorgulamalar ile sürekli geliştirildiğini okuyoruz. Merak, önemli bir kişilik özelliği olup kişinin yetiştiği ortam, ailesi, eğitim süreci, çalışma hayatı ve sosyal çevresi ile ömrü boyunca artarak gelişir. Sorgulama becerisi, görünenden veya gösterilenden ziyade “arkası” ile ilgilenmek sebep-sonuç ilişkileri ile detayına inmek ve çözümleyici, analize dayalı, bol sorulu ve denemeli bir yaşam tarzı, hem kişiyi bedenen canlı ve diri tutar hem de beynin gereksiz şeylerle meşgul olmasını, başkalarının çizdiği çerçeve içinde bir nevi kiraya verilmesini engeller. “Düşünüyorum, o halde varım” diyebilmesi için bireyin, öncelikle meraklı olması, mevcutla, verilenle, söylenenle yetinmeyerek, “ömür boyu öğrenme” ilkesi ile sürekli bir arayış içinde olması gerekir ki düşünceler oluşsun, eyleme geçilebilsin, “farkındalık” oluşturabilsin. Ebeveynler başta olmak üzere, öğretmenler gibi topluluk karşısına çıkanlar ve hatta her birey, önce kendindeki ve temas kurduğu diğer bireylerdeki merak duygusunu geliştirmekle yükümlü olduğunu bilmek, düşüncelerin önünü açmak, sorular sormak veya sorulara cevap vermek, beyinleri çalıştırmak, analitik düşünme yeteneğini geliştirmek zorundadır ki bilim, teknoloji, sanat “yerinde saymasın”, insanlığın gelişimi devam edebilsin. MERAKINIZ, BOL VE UYANIK OLSUN. (25.01.2020) |
![]() |
BEKLENTİ ; “Belirli ya da tamamen belirsiz şartlar altında olması muhtemel bir olay veya durumun oluşmasını arzulama hali” olarak açıklanan beklenti, gerçekçi olsa da olmasa da geleceğe ait bir inançtır ve kişi, ister istemez bir dizi coşkulu harekete kendini hazırlar. Beklenenden “azı” hayal kırıklığına, “fazlası” ise sürprize sebep olur ki her ikisi de şaşkınlıkla ifade edilir. Düşünen, hayal kuran, planlamalar yapan, çalışan, üreten kişilerin hayattan, patronundan, ailesinden beklentileri olması, beklentiler oluşturması son derece doğal olmasına rağmen abartılı beklentilerle hayalperest bir kişiliğe sahip olmak, özellikle çocukları büyüme çağında “beklentili” şekilde yetiştirmek, hayatın gerçekleri karşısında çok daha zor durumda kalmalarına, yıkılan hayaller daha bir mutsuzluğa sebep olmaktadır. Beklenti, eğer başka kişi veya kişilerden ise, gerçekleşme olasılığındaki inisiyatif tamamen diğerlerine geçmiş olur ki işin içine çok sayıda etmenin girmesiyle oluşan sonuç, daha bir umutsuzluğa hatta topluma güvensizliğe sürükleyebilir, masumane bir duygu psikolojiyi bozabilir, tedavi gerektirebilir. Kendinden sürekli beklentiler oluşturan, bir şeyler beklenen kişiler, önce kendilerine sonra da bekleyenlere karşı, çoğu zaman farkında olarak veya olmayarak büyük sorumluluk altındırlar ki kendilerini bir yük, eziyet ve zahmet durumu içinde bulurlar. Beklentileri yerine getirememe, bekleyenleri üzme, kırma hatta küstürme endişesi, bazen insani, ahlaki, hukuki olmayan başka yollar aramasına yöneltir ve “yeter artık” noktası daha vahim durumlara düşürebilir. Gerçekleşen her beklenti, yeni bir beklentiye sebep olur ve en azından “beğenilmesi” beklenir, beğenilmeme durumu tam bir hayal kırıklığına dönüşür, yapılan o kadar emeğin, özverinin boşa gittiği duygusu ile kişi, kendini yetersiz, değersiz hatta beceriksiz hissederek bir dizi olumsuzluğa ve tedavi sürecine girebilir. “İnsan, bekleyen mi, beklenen mi olmalı” soruna cevap; eğer bekleyen ve beklenen dünyevi ise, kimseye muhtaç olmama ve kimsenin de kendisine muhtaç olmaması genel prensibi içinde yanıt “hiç biri” olmalıdır. Bu durum kişinin tek başına ayakta durabilmesi, daha az üzülmesi ve endişelenmesi için mutlak gereklidir. Ancak, bekleyen ve beklenen uhrevi ise, “ya rabbi, yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” diyebiliyorsa kişi, bu durumda soruya cevap; kul olarak “beklenen” yardım noktasında “bekleyen” olmayı gerektirir ki huzur da, mutluluk da, sağlık da bir arada olsun. BEKLENTİLER, “ERİŞİLEBİLİR” OLSUN. (19.91.2020) |
![]() |
ÇALIŞMA AHLAKI ; Ömrümüzün en önemli kısmı çalışmakla, bir kazanç elde edip giderlerimizi karşılamak, kara günlerde kimseye muhtaç olmamak için “ak akçe” biriktirme gayreti içinde koşuşturmakla geçiyor. Amir-memur, işveren-işçi gibi tanımlamaları olan tüm emekçiler belirlenen sürelerde kendilerinden beklenen, istenen işleri yapıyorlar. Kişinin sabah evinden çıkıp bin bir zorlukla da olsa gideceği bir işi olması, çeşitli şekillerde bir üretimin, işleyişin, ülkeye-dünyaya bir katkı gayreti içinde bulunması ve çalışma süresi sonunda bazen elinde alışveriş torbaları ile evine dönmesi, günün yorgunluğunu atabilmesi ve maaşa bir gün yaklaşırken ömründen bir gün daha gittiğini bilmesi, ama yine de “çalışmış olmanın gururu” çok güzel bir olay ve duygular bütünüdür. Her gün tekrarlanan ev-iş-ev döngüsü, yazılı olsun veya olmasın kurallar ve disiplin içinde yapılmalıdır ki iş huzuru oluşabilsin, emekçi işine koşarak, isteyerek gidebilsin ve beklenen faydayı sağlayabilsin. Böylesine bir çalışma ortamını oluşturmada, çalışma hayatının içinde olan tüm kişi, kurum ve sistemin diğer bileşenlerine, özellikle “kural koyma” noktasındaki mekanizmalara büyük görevler düşse de henüz kurallaşmamış, kağıda dökülmemiş bir çok husus, “çalışma ahlâkı” genel çerçevesi içinde yer alır ve daha çok emekçi bireyin kendi karakter yapısı ile işleyişini sürdürür. Kişinin, ahlaki yatkınlığı, kimse görmese, bilinme imkanı olmasa dahi iş huzurunu bozmaya veya diğer çalışanlara karşı kötü davranış ve duygular beslemesine izin vermez. Özellikle “bu paraya bu kadar iş” yaklaşımı ile görevini savsaklamaz, işi geciktiremez, mesaiden çalmaz, hileye başvuramaz, zarar ziyan peşinde hiç mi hiç koşamaz ve hatta düşünemez bile. “Ben de herkes gibi olacağım” eğiliminin önündeki en büyük engeller; inancı, vicdanı, Allah korkusu, haram-helal bilinci, yetişme tarzı ve kişilik yapısı olduğundan, dürüstçe çalışması için yanında bir gözcü veya takipçi bulundurmanıza da gerek kalmaz. Eğer, çalıştığı ortamda çalışma ahlakına uyulmuyorsa, karakteri gereği saklayamayacağı rahatsızlığı ve huzursuzluğu belli olur, dile gelir ki diğer çalışanlardan hemen ayrılır, bakılan yere göre bu ayrışma negatif veya pozitif olarak değer kazanır ve genellikle yakın çevresindekiler tarafından en kolayca yapılan “dışlanma” ile karşılanır. İkilem içinde kalan kişi ya iş değiştirecek ya da mücadele yolunu seçecek, “sen mi kurtaracaksın” gibi basit laflarla sürekli yıpranacak, içi içine sığmaz hale gelecektir. ASLA “SIRADAN BİRİ” OLMA. (12.01.2020) |
MESLEK AHLAKI ; Hayatımızı devam ettirebilmemiz, masrafları karşılayabilmemiz için bir işe ihtiyacımız olduğu gibi kendimizi tanıtırken kullanacağımız bir mesleğimizin olması da gerekir. Meslek, bir eğitim süreci sonrasında diploma ile veya çıraklık-kalfalık sürecinde meslek odalarından, derneklerinden veya mesleki yeterlilik veren kurumlardan alınacak belge ile kazanılan bir unvandır. Kültürümüzde var olan ahilik uygulamaları ile günümüze kadar gelen dernek, birlik, odalar gibi sivil toplum örgütleri ile bir mesleğin değeri, gelişimi, tanınması, belgelenmesi ve örgütlenmesi sağlanır. Meslek sahibi kişi, mesleğinin yazılı olan veya olmayan, resmi veya resmi olmayan kurallarını ve ahlaki değerlerini taşımak, işini icra ederken en üst seviyede uygulamak, hakkını vermekle mükelleftir ki bu mecburiyeti kendi inisiyatifi ile yerine getirmeli, bu yaklaşım kişiliğine yerleşmelidir. Aksi durumda, meslek ahlâkından “taviz veren” durumuna düşer, bazen hileli yapmaya, malzemeden çalmaya, eksik bırakmaya, işin kalitesini düşürmeye ve tamir kapısını daima aralık bırakma yolunu seçer ki önce mesleğine ihanet eder sonra da kazancın haksız olmasına sebep olur. Tekrar eden bu gayri ahlaki eğilim genelde “o meslekten ekmek yiyememe” ile sonuçlanır. İhtiyacınız olan bir konuda, bin bir güçlükle arayıp bulduğunuz “meslek erbabı” olarak karşınıza gelenlerin işinizi yaparken gösterdiği ilgi, özen, titizlik o kişinin meslek ahlâkını puanlamanıza sebep olabiliyor. Eğer yapılacak iş konusunda biraz bilginiz de var ise, size yutturulmaya çalışanları görüyor, biliyor, seziyor ama çoğu zaman kabullenerek ağzınızı bile açamadan, sinirlerinize üst seviyede hakim olma gayreti içinde, oluşacak “bela” ortamından çekinerek ücretini “rızasız” olarak ödüyor ve bir an önce kurtulma yolunu seçiyorsunuz. Artan nüfusla birlikte, yeni meslek alanları ortaya çıkarken, meslek sahibi olanlara ihtiyaç da hızla artıyor. Maalesef, bireysel ölçekte “elinden bir iş gelmeyen” vasıfsız kişilerin oranının çok hızla arttığı, mesleği sorulanlardan “hiç” cevabının alınması ülkelerin ve toplumun en önemli sorunu olarak ortaya çıkıyor. Meslek edinme yaşını geçmiş olan kişiler, vasıfsızlığın acısını bir ömür aileleri ile birlikte yaşarken çoğu zaman kendi çocukları da maalesef aynı yolda ilerliyor. Bu döngüyü kırabilmek, okuyabilecek çocukları için “gömleğini satacak” anne-baba veya çocuğunu zamanında tanıyıp mesleki alana öğrenme çağında yönelten bilinçli ebeveynler ile bu yatay gidişin önü kesilip sıçramak mümkün olabiliyor. MESLEĞİNİN HAKKINI VER (09.01.2020) |
![]() |
ÇARE ; “Hayat zor” hepimizin çokça kullandığı, üzüntü, keder ve sıkıntılı halimizi fazla da abartmadan dile getirdiğimiz bir deyim. Aslında, zorluk doğarken başlıyor ki dünyaya, ciyak ciyak bağırarak geliyoruz. Bahşedilen ömür boyunca sıkıntı-huzur, tasa-neşe, keder-mutluluk iç içe, yan yana yer alırken, kişilik yapısına bağlı olarak genellikle üzüntüler akılda kalıyor, ileriki yıllara taşınıyor, bazıları bir tecrübe olarak yeni nesile aktarılıyor, alınan ders başımızda bir tel ak saç oluyor. Zor zamanlar, bir "çare" arayışına sürüklüyor insanı ve en yakınında bulunanlardan istemeye, beklemeye, aramaya başlıyor. Bazen buluyor desteği, ayağa kalkıp “devam” diyebiliyor, “yırttım” diyerek seviniyor, daha beterinden korunmak için dualara sarılıyor, yönünü-yolunu menzilini değiştiriyor, yeni yollar, yoldaşlar, izler, çıkışlar buluyor kendine, geride birilerinin üzeri çiziliyor. Bazen de arama çemberi genişliyor, aile dışına taşıyor, şehirler atlıyor, sosyal medya ile ülkeye ve hatta dünyaya yayılıyor, “bir umut” aranıyor, beklenen telefon bir türlü çalmıyor ve çaresizlik, en üst seviyede olması gereken moralleri yıkıyor önce, kederin üstüne keder ekleniyor, dönüşü olmayan bir yol başlıyor belki. Her gün, çevremizde görüyoruz, haberlerde okuyoruz, izliyoruz çare arayanları, çıkmaza düşüp çıkabilme gayreti içinde olanları. Maalesef, empati yapmadan, sıradan bir olay olarak sadece seyrediyoruz. Kimisinin çaresi parasal yardım, kimisinin kan-ilik-organ bağışı, kimisinin hukuki-polisiye bir çözüm, elindeki yükü paylaşmak bazen ve bazen de bir fikir, pencere açmak, yoluna koymak, engeli kaldırmak. İşte bu noktada insan, nerede olduğunu sadece bir an durup düşünmeli, “ne yapabilirim”in peşinden gidebilmeli. Çare olabilme, çözümün içinde yer alabilme fırsatı karşımıza çıktığında mutlaka değerlendirilmeli, kimseye kaptırmadan, yarışarak ve hiçbir dünyevi menfaat beklemeden el verilmeli, “denize atılan iyilik” misali değerinin bilineceğine, görüleceğine ve gerektiğinde “gereğinin” yapılacağına mutlak bir inanç içinde olunmalıdır. Sağlanan iç huzur, mutluluk doyasıya yaşanmalı, böylesine bir imkan çıktığı için şükredilmeli, gösterişe kaçmadan mütevazı ölçülerde kimseyi rencide etmeden hatta isim vermeden, üçüncü kişi ağzıyla başkasını yücelterek hayat dersi olarak paylaşılmalıdır. Aksi takdirde, imkânı var iken zamanında sağlanmamış faydanın, verilmemiş desteğin üzüntüsü ve hatta vicdan azabı bir ömür devam eder, için için yanar-kanar durur. BU SEFER, BELKİ ÇARE “SİZ”SİNİZ. (30.12.2019) |
![]() |
DESTEK ; “Bir cismi istenilen yerde ve istenilen pozisyonda tutabilmek için yapılan dayanak veya düzenek” olarak günlük hayatımızda kullandığımız, fakat uygulamada dozunun iyi ayarlanması gereken bir eylem biçimidir destek. Kelime, teknik anlamda özellikle inşaat mühendisliği çalışma konuları içinde “taşıyıcı sistem” ifadesi ile kullanılır ki içinde, zemin, temel, kolon, kiriş, döşeme, payanda gibi elemanlar yer alır. Böylece, istenilen bir yapı uygun desteklemeler ile güvenli bir şekilde inşa edilir, ayakta durabilir. Fazla destek işin maliyetini yükseltirken yetersizliği ise beklenen emniyetin azalmasına yapının güvensizliğine sebep olur. Sosyal hayatımızda, çalışma ortamında ve aile içinde çokça kullanılan ve uygulanan “destek verme”, “destekleme” eylemlerinin aslında “kıvamında” olması gerektiğini “daima” değil “bazen” yapılmasının çok daha uygun olduğunu görüyoruz. “Her gün balık vermek yerine balık tutmayı öğret” cümlesi klasik bir destekleme örneği olup derin bir anlam ifade eder. Aksi takdirde, beklentili kişiler oluşur ki ayakta durabilen değil desteksiz yaşayamayan bir toplum meydana çıkar. Çalışma hayatında, hedef olarak konulan bir değerin, ürünün oluşturulması için çalışanlar arasında bazen güç-kuvvet gibi fiilen bazen de danışma-sorma gibi fikren destek gereksinimleri oluşabilir. Destek talep edilen kişinin meslek ahlakı ve çalışma terbiyesini de içeren genel karakter yapısı, talebe vereceği cevap, özen ve miktarı yönünde son derece önemlidir. “Tamam, sen bırak ben hallederim” yaklaşımı ilk etapta çok yardımseverlik olarak görünse de aslında bir destekleme değil, talep edene büyük kötülük içerebilir. Böylece kişi, işini başkalarına yaptırmaya, hatta yıkmaya, satmaya alışır ki yalakalık-dalkavukluk yapmaya kadar gider ve çalışma terbiyesinde bozukluk oluşur. Bunun yerine, “nerede takıldın” ile tıkanıklığı gidermek, “sen çalış biraz, tekrar bakalım” ile gayret vermek, “gel beraber üzerinden geçelim” ile müşterek çalışmak, “çok güzel, yapabileceğini zaten biliyordum” ile övmek, takdir etmek çok daha faydalı ve geliştirici olacaktır. Aile içindeki “abartılı destek” ise aile üyelerini, özellikle çocukları kendi başına “balık tutamaz” duruma sürükler ki cesareti, çabayı, çalışmaktan ve üretmekten keyif almayı, "ben yaptım" gururunu yaşamayı engeller, yumurta kıramaz, kapıdan çıkamaz hale getirir. Dayanacak duvarlar örmek yerine, bireyin "tek başına" var olabilmesini sağlamak asıl amaç olmalıdır. FAZLA DESTEK GELİŞİMİ ENGELLER. (26.12.2019) |
![]() |
KATKI ; Evrenin içinde yer alan tüm canlı ve cansız varlıkların bir amaç için yaratılmış olduğu gerçeğinden hareketle, istisnasız hepsinin işleyen sisteme bir katkılarının olduğunu, insanoğlunun aklının alamayacağı büyüklük veya küçüklük boyutunda, hali hazırda keşfedilmiş, açıklanabilmişlerin yanı sıra “varoluş gayesi” henüz tanımlanamamış sayısız bilinmezlik erişilmeyi, çözümlenmeyi, anlaşılmayı bekliyor. Sonsuzluk boyutundan daha elle tutulur, gözle görülür dünyamız, yakın çevremiz ve kendimiz ölçeğine indiğimizde, bu katkıların boyutlarını daha kolay anlayabilir, tahlil edebiliriz. Katkıların birçoğunu, düşünmeden hayatımızın içine aldığımızı, kullandığımızı ve yararlandığımızı görüyoruz. Sütü, yoğurda-peynire, hamuru, ekmeğe-böreğe dönüştüren mayanın bir bakteri olduğunu, uğur böceğinin yaprak bitlerini, kekliklerin keneleri yiyerek, uçan böceklerin çiçeklerin tozlanmasını sağlayarak meyve oluşumuna katkı verdiklerini biliyoruz. Kum tanelerinin cama, kaya-dağ-toz halindeki madenlerin hayatımızı kolaylaştıran maddelere, nesnelere, kap-kacak, araç-gerece dönüşümünü sağlıyoruz. Akıl, zeka, yetenek gibi sıfatlarla donatılmış, yaratılmışların en mükemmeli olan insanoğlu, dünyadaki serüveninde etrafını tanıyarak, keşfederek, yararlanma imkanlarını geliştirerek ve kendisi de sürekli gelişerek günümüze erişmiş, her an yeni yeni keşiflerle medeniyet havuzuna, insanlığın birikimlerine katkı sağlamaya, kazanımları arttırmaya devam ediyor. Tahminen 100 milyar insanın yaşayıp göçtüğü dünyamızın bu günkü gelişmişlik seviyesine ulaşmasında, her bir ferdin etkisinin olduğu çok uçuk geldiği için inkâr edilse de bireysel katkının büyüklüğü ve önemi gün be gün daha da iyi anlaşılıyor, daha bir değer kazanıyor. Refah seviyesinin yüksek olduğu günümüz dünyasında, mevcutla yetinen, kendisi veya çevresi için yeni bir şeyler yapamayan ve yapmak istemeyen, gelişmeyen ve gelişime katkı sağlayamayan “ye-iç-yat” döngüsündeki birey, maalesef toplumun sırtında bir yüktür ancak. “Ne yapabilirim ki?” sorusuna verilecek cevap “Onu sen bulacaksın” olmalıdır. Katkı, kişinin içinden gelen, yeteneği ile açığa çıkan, kendi aklı-zekâsı ile verilen göreve, işe, çevreye veya hayata yaptığı, güzelleştirici, kolaylaştırıcı, geliştirici, yenilikçi, yol açıcı, ilham verici ilaveler olup kişinin inisiyatifindedir. Katkının tarifi, şekli ve miktarı, ölçüsü önceden belirlenirse görev olur ki yapılması mecburiyet içerir. Umulan, beklenen ise kişiden yansımalar, izler, katma değerler olup kişinin takdirindedir. KATKILAR, DEĞERİNİZİ ARTTIRIR (23.12.2019) |
MERHAMET ; Bir canlının başka bir canlı veya nesnenin içinde bulunduğu durum karşısındaki acıma, üzüntü duygusu olarak tanımlanan merhametin, sadece insanlara has olmadığı hayvanların da bu duyguyu taşıdıkları, bazen insanın tepkisiz kaldığı durumlarda insandan çok öte merhametli davrandıklarını görüyoruz. Her canlının yaratılışında var olan merhametin ortaya çıkışındaki çabukluk, büyüklük ve isteklilik; kişinin karakter yapısı, yetişme tarzı, kültürü, inancı, sevgisi ve saygısı ile belirginleşir. Dünyamızın her köşesinde insanın içini dağlayan, dilimiz, davranışlarımız, yanan yüreğimiz ve “sulu gözlü” olarak anılma pahasına yaşaran gözlerimizle duygularımızı açık ettiğimiz, “yeter, bu da yapılır mı, canilik bu” diye haykırdığımız, eziyet, çile, ızdırap haberlerini okuyoruz, izliyoruz maalesef. Yakınımızda olanlar daha bir akılda kalıcı olup hafızaya yerleşirken, uzakta olanlar için ancak dua ediyor, tarafımızı belli ederek zalimlere lanet okuyabiliyoruz sadece. Asıl gerekenin, üzüntünün kaynağını ortadan kaldırabilmek, yaralara merhem olabilmek, acının şiddetini hafifletebilmek, bir omuz atıp destek verebilmek olduğunu bile bile elbette. Yakın çevremize baktığımızda, her an merhamet duygumuzla sınandığımızı görürüz; cama çarpıp duran bir sineği öldürmek yerine camı açıp çıkmasını sağlamak, bir köşede beliren karıncalara ilaç sıkmak yerine naftalin gibi kokar bir madde ile uzaklaştırmak, çiçek toprağındaki solucanın yaşamasına izin vermek, bir ağaç dalını sıkıştığı yerden kurtarıp büyümesinin önünü açmak, bazen üzerindeki taşı almak mesela. Sokaklardaki aç-susuz kalmış, topluma emanet canlılara, parktaki börtü böceğe şefkatle yaklaşabilmek, yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir, korumaktır, kollamaktır merhamet. Bir insanın düştüğü veya düşürüldüğü mağduriyet ortamında yanına yaklaşabilmek, bazen istismar edilse de elinden tutup çekip çıkarabilmektir, çare olabilmektir merhamet çaresize bir nebze. Zulme karşı direnmektir, mazlumun yanında olup zalime cephe alabilmek, “siper et gövdeni dursun şu hayasızca akın” diyebilmek, haklıyı savunabilmektir daima. Merhamet göstereceğim derken başka zulümlere ve eziyetlere sebep olmamak, birine yardım ederken onurunu zedelememek, utandırmamaktır merhamet, hatta vazgeçmektir, ertelemektir yardımı bazen de. Başka birini kırarak, üzerine basarak, ezerek, çözüm olayım derken çözümsüzlüğe kapı açmamak, yeni mağdurlar oluşturmamak, kimseye boyun eğdirmemek, minnet ettirmemek, borçlu bırakmamak, yüzünü düşürmemek hatta hissettirmemektir amacı merhametin. YUFKA YÜREK, TAŞ KALPTEN İYİDİR (18.12.2019) |
![]() |
SABIR ; Gerçekleşmiş bir olayın sona ermesine veya etkilerinin hafiflemesine dayanma, olabilecekleri veya gelecekleri ise telaş göstermeden bekleme hali olarak tarif edilen sabır, “sonu selamettir” sözleri ile tamamlansa da, kişilik özelliklerinin ön plana çıktığı, süresi ve ortamı değişkenlik gösteren, genellikle “zor” olan bir durumdur aslında. İnsan, “hayat” denilen yolculuk sürecinde sevinç, mutluluk, huzur gibi bulutların üzerine çıkaran duyguların yanı sıra bulutların içinde kaybolmak istediği, battım bittim dediği zamanları da yaşıyor maalesef. Üzüntü, sıkıntı ve bela gibi durumlar karşısında gösterilen direnç, olumsuzlukları olumluya çevirmeye yönelik çaba ve gayretler, “sabretme” olarak ifade ediliyor. Zahmetli dönemde, bir ateş topu olan tasayı, kederi soğumaya bırakıp, sebep olanlara arkayı dönmek, “zaman her şeyin ilacıdır” sözü ile sabredip uzak durarak, hele bir de Hakk’tan geldiğine inanıp imtihan kabul ederek uzaklaşılabilir ve tevekkül ederek beklenebilirse eğer, küller gibi dağıldığı görülecektir sıkıntıların. Geride, alınmış bir ders, hayat tecrübesi, üzeri çizilen ismi-cismi unutulacaklar kalacaktır daima. Sabır, zor iştir bazen. Dişler kenetlenir, yumruklar sıkılır, yüz bembeyaz olur, gözler ateş topuna döner ki yapılacak hareket hayatı etkiler, yön verir, bu ortam genellikle uzun yılların pişmanlığına sebep olur. Gerilmiş ok, ileriye fırlasa da genelde kendine saplanır, telafisi mümkün olamayacak hasarlara sebep olur bazen. “Pişmanım” kelimesi bir ömür sayısız defa söylenir ama oku geri getiremez artık. Eğer, vicdana yerleşmişse pişmanlık, keder dolu bir ömür geçer ki derde dönüşebilir. Oysa çözüm basittir aslında; oku bırakmamak, gerilmiş yayı boşa salmak, bir özür dilemek bazen, belki biraz gözyaşı, kaçmak-uzaklaşmak, korkmak gerekir bazen de korkak sıfatına razı olarak, ama her zaman Hakk’a sığınmak, dua bilinmese de sadece el açmak, acizce ama gönülden yardım istemek, aman dilemektir çaresizce. Sabır, akıl ve zekânın, sabırsızlık ise acizliğin göstergesidir. Akıl, bir çok dış etkenin, kışkırtmaların, şeytani düşüncelerin, içimizdeki intikam, hırs, zarar verme gibi kötü duyguların önüne geçtiğinde, zeka ile hızlı analizler yapılıp “şimdi ve sonrası” sorgulandığında ortaya çıkacak durumların hak-hukuk-adalet ve günah-sevap süzgeçlerinden geçirilmesi ile oluşan karar, daima selamete ve huzura eriştirir son tahlilde. Bazen anlık sabır gerekir oku bırakmamak için, tam eylemsizlik hali için, bazen zaman gerekir oku eline almayı hiç düşünmemek, sıkıntıyı küllendirmek, zerrelere bölünüp zararsızca uçuşması için. SABIRLA, SELAMETE KAVUŞULUR (12.12.2019) |
![]() |
KISKANÇLIK ; İnsanlar, çalışıp kazanarak ev, araba gibi maddi değerlere, doğuştan verilmiş akıl, zekâ, yetenek gibi veya kişisel gelişimle edinilmiş iman, terbiye, çalışkanlık gibi manevi değerlere ve anne, baba, eş, çocuk gibi nesnel değerlere ve kıymetini sadece sahibinin bildiği kişiye özel değerlere sahiptir. Başkasında olan maddi ve manevi değerlerin kendinde neden olmadığını veya kendisi için önemli olan değerlerin başkasında olmasının istenmediği duygu halleri, “olmayanı kıskanma” ve “olanı kıskanma” olarak karşımıza çıkar. Kişi, her iki durumda, önce kendisine ve bu duygu ile gelişen diğer his ve davranışlarıyla diğer kişilere zarar verebilir, bir tedavi sürecine girebilir. Kendinde olmayanı kıskanan kişilikler, sürekli kendisi ve diğerlerini kıyaslayarak, benzerlerinin çok daha fazlasına sahip olsalar dahi karşıdakinin sahip olduklarını edinmenin veya elinden almanın peşine düşerler ki bazen hırsızlık boyutuna erişirler bazen. Eğer, kıskanılan maddi değil ise erişim çok daha zor bazen imkânsız olacağından doğrudan savaş açıp, başkasındakini kötüleme, hor görme, ezme, kaçırtma dedikodu ile yıpratma, manevi eziyet, moral bozmayı tercih ederek iftira, yalan ve hakareti de kullanırlar genellikle. Etraflarına toplanan benzer kişilikler ile taraftar, destekçi de bulabilirler bazen, cephe büyür bir anda kıskanılan için. Mücadele çok zor olur bu cepheyle, özellikle yalan temeli üzerinde var olanlarla ki çare kaçmak olur çoğu zaman, eğer mümkünse. Ancak, görünürde kısa vadede yıpranan “ezilen” olsa da orta vadede ve tabii ki ilahi düzeyde kaybeden daima kıskanç “ezikler” cephesidir. Sahip olduklarını, lütuf ve ihsan kavramlarını bilmeyerek, sadece kendilerinin kazançları olarak gören, kendinde olanı kıskanan, doyumsuz aç gözlü kişilikler, paylaşmayı, bölüşmeyi düşünmedikleri gibi başkasında olmasını dahi istemezler. Öyle ki yok etme dürtüsü ile hareket edip diğerindekini kırmaya, dökmeye hatta çalıp ortadan kaldırmaya kadar giderler nihayetinde. Sahip olduklarının “elinden alınma” korkusu ve endişesi taşıyan, bunu çok fazla abartan, kaybetmekten korkan, saplantı boyutundaki kıskançlar, önce kendisi ve yakın ailesinin huzurunu bozmakta, hal ve hareketleri ile çevresini tedirgin etmekte, doktorlardan çare arama yoluna girmekte, bazen de akıl almaz eziyetlere, şiddete, zulüm ve cinayetlere sebep olmaktalar maalesef. Nasip ve kısmet kavramlarını anlayamayan, "var"lığın hayırlı olmasını dileyemeyen, "yok"luğun kişinin hayrına olduğunu anlayamamış “kıskanç”, “hep bana”cı kişiler, toplumsal huzur ve barış için potansiyel tehlikedirler daima. KISKANMA, İSTE SENİN DE OLUR (06.12.2019) |
![]() |
BEKLEMEK ; Bir iş oluncaya, biri gelinceye kadar bir yerde kalmak, durmak, oyalanmak olarak ifade edilen beklemek eylemi, bazen bir şeyi gözetmek, korumak, muhafaza etmek, bazen de süre tanımak, acele etmemek, karşılaşma ihtimali bulunmak olarak tarif ediliyor ki insan ömrü beklemek ve beklentilere erişmek için çabalamakla geçiyor aslında. İnsan, daha doğmadan dünyaya gelişi, verilecek sütü, mamayı, alınacak oyuncağı, okula gitmeyi, mezun olabilmeyi, meslek ve iş sahibi olmayı, eş, çocuk, aile kurabilmeyi, emeklilikte dinlenmeyi, gezmeyi, torun sevmeyi, sağlıklı kalabilmeyi ve dünyadan zahmetsizce, çekmeden, çektirmeden hayırlısıyla göçebilmeyi bekliyor, diliyor daima. Beklenen genellikle arzuladıklarımız olsa da, hastalık, kaza, bela gibi beklenmeyen, istenmeyenler de hayatımıza giriveriyor bazen. Küçüklerine “hayatın tuzu, biberi” derken büyükleri zor, zahmetli ve sıkıntılı süreçleri de beraberinde getiriyor maalesef. Beklemek, yalnız başına, ailecek veya toplumsal da olabiliyor çoğu zaman. Kişisel beklentiler günün veya ortamın şartlarına göre değişkenlik gösterirken, kişinin karakter yapısı asıl etken oluyor kuşkusuz. Bekleme aşamasını atlayıp her şeyi istemeye başlayan doyumsuz bir kişi, hele bir de yetersiz ise, ortaya “kifayetsiz muhteris” çıkıyor ki kendisine ve çevresine büyük rahatsızlıklar veriyor. “Bana da bana da” tekerlemesi çocukluk döneminde sevimli gelirken ileri yaşlardaki “çocuklaşma” sorunlara, sürtüşmelere ve hatta küskünlüklere sebep oluyor. Ailecek veya bir grup olarak beklenen, büyük bir sabır sonundaki gerçekleşmeler, en güzel beklemeler oluyor ki süreç bile bir heyecan, bir sevinç, dolu dolu mutluluk içeriyor genelde. Bir bebeğin aileye katılması mesela gözleri yaşartabiliyor, okuldan mezuniyet kep fırlattırabiliyor, ilk maaş yemek-tatlı ısmarlatabiliyor, hediyeler aldırtabiliyor. Askerden dönüş, şehir dışından, yurt dışından, hacdan gelişler özlemleri hasretleri gideriyor. Hele bir de hastalık sürecinde tahlil sonuçlarını beklemek var ki bazen büyük bir sevince bazen büyük bir üzüntüye sebep olarak başka beklemelerin başlangıcı olabiliyor, umutla. Beklentilerin, olumlu veya olumsuz gerçekleşmesi durumundaki duyguların büyüklüğü, beklenenin ne kadar mantıklı, erişilebilir olduğu ile orantılı aslında. Küçük beklentilerle kurulu bir hayattın çok daha mutlu edici olduğu, büyük beklentilerin hayal kırıklıklarına daha bir yatkın olduğunu, kişiyi istenmeyen hallere sürüklediğini, bazen tedavi gerektirdiğini de görüyoruz, yaşıyoruz, ibretle. BEKLENTİLER "HAYIRLI" OLSUN (01.12.2019) |
GÜN ; Dünya üzerindeki bir noktanın güneşle tekrar aynı pozisyona gelmesi için geçen süre, gün olarak ifade ediliyor. Süre, yapılacak iş olduğunda yetmiyor, meşguliyet olmadığında da geçmek bilmiyor. Akan zamanın, alıp verilen nefesin nasıl harcandığı, bu dünyada sayılı olan dakikalarımızın nasıl doldurulduğu büyük önem taşıyor ki hesabı verilebilsin. Uyuma, çalışma, dinlenme olmak üzere üç parçaya ayrılabilen bir günün nasıl değerlendirileceği büyük oranda kişinin iradesine kalmış. Uyumak, vücudun en temel gereksinimi, kalp atışının minimuma indiği, tüm organların işlevlerini durdurduğu, yavaşlattığı, hayatımızın olmazsa olmaz bir parçası, ancak süresi, ömrümüzden aldığı büyüklük önem kazanıyor. Annemizin, “öğlen oldu kalk artık” diye seslendiğini, “biraz daha” istendiğini, “amma uyumuşum saat iki olmuş” dediğimizi hepimiz hatırlarız. Ömrümüzün üçte birini oluşturan uyku süresini yaşanmış saymayanları, uykusuzluğu tercih edenlerin ise sağlıktan kaybetme yolunda tedaviye ihtiyaç duyduklarını, tüm dengelerinin bozulduğunu biliyoruz, görüyoruz. Günün çalışma dönemi, işin niteliğine göre erken ya da geç başlayabilir, süresi de kısa veya uzun olabilir. Her günümüzün yaklaşık on saatini kapsayan bu sürede yaptıklarımız hayatımızın değerini, anlamını belirliyor aslında. Çok az insanın başarabildiği “geride bırakılanlar” ise hatırlanmamızı sağlıyor bazen rahmetle bazen nefretle. Dolayısıyla, kendimiz, çevremiz, ülkemiz, dünyamız için neler yaptığımızın, azlığının veya çokluğunun sorumluluğunu bilerek veya bilmeyerek herkes taşıyor, taşımalı mutlaka. Kişi, varoluş gayesinin farkında olarak, “benden bir şey olmaz”, “bu ülkede bir şey yapılmaz” gibi kendini buhrana sürükleyen karamsar hal ve hareketleri, miskinliği, ümitsizliği terk ederek, bazen zorlanarak bazen de şartları zorlayarak elinden geleni en iyi şekilde yapmalı ve mutlaka “eserler” bırakma gayreti içinde olmalıdır ki semeriyle değil ismi ile anılabilsin gelecekte. Dünyaya parmakla dokunulabilen günümüzde, birkaç cümle dahi birçok insana kapı açabilir, yol olabilir en azından. Asıl olan niyettir, güzel olan eserdir-hizmettir, makbul olan karşılıksız yapılmasıdır ki yücelebilsin, şereflenebilsin insan. Uyandık, çalıştık, tekrar uyumadan önce, içinde kendimizin, ailemizin, arkadaş-dost çevremizin bulunduğu dinlenme dönemi mutlaka oluşturulmalıdır ki günün muhasebesi yapılsın, acı, sevinç, bilgi, tecrübe paylaşılsın, okunsun, yazılsın, seyredilsin, ibadet edilsin, iyi niyet temelinde ve karşılıklı etkileşimin kazanımları bilinci ile toplumla temas kurulabilsin, hoşluklar gelişebilsin. DÜNYAYA İZLER BIRAKINIZ (28.11.2019) |
![]() |
PLANLAMA ; Amaçların ve bu amaçların elde edilmesi için gerekli olan faaliyetlerin belirlenme süreci olarak tanımlanan planlama, iş hayatının en önemli unsuru olup yönetimsel bir kavramdır. Ülke yönetimi, şirket yönetimi, iç ve dış politika yönetimi gibi büyük boyutlarda yapılan uzun süreli, çok yönlü ve çok katılımlı planlamalar ile küçük ölçekli ve az bileşenli, konusuna göre değişken süreli, aile içi planlamalar ve kişisel planlamalar da hayatımızın içindedir. “Planlama” kavramının ciddiyetini idrak etmiş, çevresinde olumlu olumsuz örneklerini görmüş ve anlamış olarak, her bireyin öğrenmesi, kişilik özelliklerini bu temelde geliştirmesi ve uygulaması ile birlikte “kontrol bende” diyebilmesi büyük önem taşımaktadır. Planlama alanlarının çokluğuna rağmen, “zaman planlaması” ve “para planlaması” konuları, bireysel ölçekte daha bir öne çıkmakta, uygulama dereceleri ise insan hayatını farklı ölçülerde etkilemekte, olumlu olumsuz, sığ veya derin izler bırakabilmektedir. Bireyin, tüm ömrünü kendi başına planlama imkânı bulunmadığı gibi bazı planlar birkaç dakikalık, bazıları günlük-haftalık, çok azı uzun vadeli olabiliyor ki planlama süresi uzadıkça gerçekleşebilirliği azalıyor ve çok etkenli dönemlerde imkansız da olabiliyor bazen. Ancak, zamanın planlanması sürecindeki kişisel ve dışsal unsurlar, bunların birbiri ile etkileşimi, uyumsuzlukları ve risklerini öngörerek alternatifli çözümler üretmek, planın işletilmesi esnasındaki yeni durumlara göre esneklik oluşturmak, çıkış-kaçış aralıkları bırakmak ve gerektiğinde yardım-takviye alınabilecek noktaları belirlemek, bazen bedel ödeyebilmek, bedelin büyüklüğünü tahmin edip kendini hazırlayabilme ve planı yenileme becerisi çok büyük önem taşıyor ki zaman planlamasını yapamayanların “işlerinin bitmediği”, daima bir mücadele, koşuşturma içinde olunduğu görülüyor. Bireyin, ihtiyaçlarını satın alabilmesi için olmazsa olmaz bir araç olan paranın, girişi ve çıkışı planlanmamış ise, dar günler için bir kenarda saklanmamış ise saman misali, bitmeyecek zannediliyor ki suyunu çekince cepler, cüzdanlar ayaklar yorgandan çıkıyor maalesef. Borçların alacakla ödenmeye başladığı bir döngü, kendisi, ailesi ve yakın-uzak çevresi açısından çok zor günlere kapı açabiliyor, para planlamasını yapamayanların “borcunun bitmediği” sürekli maddi yetersizlikler sarmalında çabaladıkları da biliniyor. Kurumsal veya bireysel tefecilerin kurup, birilerinin düşmesini iştahla bekledikleri başka bir sarmala yöneliş kaçınılmaz oluyor bazen, acımasız aktörlerin kurtlar sofrasında buluyor kendini maalesef ki kurtuluş pek mümkün olmuyor acısız, kayıpsız. PLANLAMA, YÖNETMENİN ESASIDIR (24.11.2019) |
![]() |
BÜYÜKLENMEK ; Dünyamızda yaşayan milyarlarca kişi, her kişinin sahip olduğu onlarca sınıftaki yüzlerce özelliği ile tamamen ayrı, sözde benzer özde farklılıklar taşıyor. Aynı kişi zamanın, şartların değiştiği ortamlarda, yaşın, mevsimin değiştiği dönemlerde dahi farklı özelliklere bürünebiliyor, “seni tanıyamıyorum artık, sen, eski sen değilsin” dedirtebiliyor bazen. Farklılıklar bir mozaik gibi ahenkli olursa, bir farkındalık oluşturabilir ki göze de gönüle de hoşluk katabilir. Hele bir de, bütünün içinde öyle bir istisnai yer bulmuşsa kendine, fark edilebiliyorsa hemen, tüm bütünü daha da değerli kılabilir, hayran hayran izletebilir. Çoğaldıkça fark edilenler ve fark edebilenler, önce mutlu bireyleri, sonrasında mutlu, huzurlu, saygılı bir toplumu oluşturabilir. Kişi, kendindeki farklılıkları, bir “büyüklenme” sebebi, karşısındakilere “kibirlenme” aracı olarak kullanırsa, başkalarını aşağılayıcı, küçük görücü davranışlar içine girerse ve maalesef, mevki, makam ve yetkisini de buna alet ederse, o ortamda ne huzur kalır ne saygı ne de sevgi, ne üretim, verim, randıman ve dahi zevk ve keyif, aksine sinir, gerginlik, nefret hakim olur ki kaçacak yer arar insan. Aslında, hoş görülmeyen bu tür duygular içinde olanlar, öyle bir risk alırlar ki, kendilerinden daha kibirliler karşısında ezilip büzülür, eğilip bükülürler, bazen de yerin dibine girerler ve güldürürler kendilerine sesli veya sessiz. Ancak, bu ezikliği aşabilme gayreti içinde iken daha bir çıkmaza saplanırlar ki zaten var olan kişilik bozukluğu daha da derinleşir ve kendisine, yakın çevresine vereceği zararlarla tedavilik duruma gelebilirler, debelendikçe debelenirler çıkabilmek için. “Dağları ben yarattım” yaklaşımı, aslında kimsenin umurunda da değil. Her kişi, “yaratılmışların en mükemmeli” sıfatı ile tek başına bir “dağ”dır aslında. İçinde bulunduğu ortam ve şartlar onun istisnai, çok değerli, fark yaratan, göze dokunan, albenisi yüksek özelliklerini sergilemesine izin vermiyor, verdirilmiyor olabilir. Ancak, sahip olduğu tevazulu kişilik zıpçıktılık yapmasına izin vermiyorsa, nasılsa ses çıkarmıyor diye asla küçümsenemez, hor görülemez, karşısında büyüklük taslanamaz ve baskı kurulamaz. Bilinmeli ki “doğru” elif gibidir bükülemez, zorlanırsa gerilir, ancak kırılırsa büyükleri küçültebilir, çok yönlü pişmanlıklara sebep olabilir. Farklılıklarımız, toplumun inşasında, hizmetin yükselmesinde, değerlerin artmasında birbirimizi tamamlayıcı olarak kullanılmalı, büyüklüğün ayrıştırıcılıkta değil bütünleştiricilikte olduğu, iletişim ve sosyal medya hızı ile büyük topluluklara dokunulabilen günümüzde, kucaklamanın bir, iri ve diri olmayı sağladığı unutulmamalıdır. KİBRİN DEĞİL, BÜTÜNÜN PARÇASI OL (17.11.2019) |
![]() |
İNANÇ VE İMAN ; İnsanoğlu, yaradılışından itibaren daima bir şeylere inanma, tapma ihtiyacı içinde olmuş, bununla birlikte çeşitli şekillerde tapınma, ibadet biçimleri, ritüeller geliştirmiş, yapılar inşa etmiştir. Henüz medeniyetin girmediği günümüzde yeni keşfedilen ilkel topluluklar ile modern toplumlarda, kültürel ve tarihi geçmiş gibi toplumsal özelliklere ilaveten, eğitim, bilimsellik, analitik düşünce gibi kişiye has özelliklerin dahi bireyin inanma arzuna, yaradılış ve amacı gibi sorulara cevap veremediğini, bu durumda kişisel arayışlara girildiğini, mevcut inanç yapılarının incelendiğini veya yeni inanç sistemlerinin kurulup yayılmaya çalışıldığını görüyoruz. “İnsanın sığınağı” olan inanç sisteminin içinde; Allah ya da tanrı, kutsal ruh gibi fiziki olmayan kavramlar ile; güneş, ateş gibi fiziki; put, dağ, hayvanlar gibi nesneler “tapınılacak değer, ilah” kabul edilebiliyor. Ayrıca, namaz gibi sistematik uygulamalar ile ritüeller, ayinler, çalgılı-oynamalı davranışlar, nesilden nesile aktarılarak gelen kültürel figürler, “tapınma şekilleri, ibadet” olarak uygulanıyor. Sistemin diğer parçasını ise “tapınak” oluşturuyor ki açık hava veya kapalı mekân, dağ, vadi, nehir gibi ortamlar ile birkaç mum veya tütsü, odanın bir köşesi yeterli görülürken bazılarında tapınağa gerek görülmüyor. İnsan, hürriyetinden kısmen de olsa ödün vereceğini bildiği halde, neden böyle bir sistemin içinde yer almak, kurallarla sınırlanmak ister ki acaba. Aklen, bedenen ve ruhen ne kadar güçlü olsa da, kişiliği ve fiziksel gücü gelişmiş olsa da, eğitimi ve kültürel birikimi zirvede olsa da insan, “aciz” bir varlıktır aslında. Bu acizlik, kendinde, vücudunda, çevresinde, doğada gelişen birçok olayı açıklayamama ve algılayamama noktasında ortaya çıkıyor. Bu nokta, inançlı bir kişi için ilahın varlığını kabul ettiği ve delirmekten kurtulduğu nokta oluyor. İnançsız kişi ise, doğa yapıyor, kendiliğinden, tesadüf şeklinde akıllara ziyan bir komik kaçış noktası buluyor ki ne eğitimine, ne kültürel birikimine ne de zekasına uyuyor maalesef. İnançlı olmak yeterli mi? tabii ki hayır. İnsanın neye inandığı, iman ettiği çok çok önem kazanıyor ki hem kendi acizliğine çözüm bulabilsin hem de topluma hizmetleri ve katkıları olabilsin, değer oluşturabilsin. İnsan ve tabiat sevgisi, toplum ve dünya barışı, varoluş gayesi içermeyen, doğrunun ve haklının yanında olmayan, çeşitli sapkınlıklar ve anlamsızlıklarla dolu bir inanç sistemi içindeki birey, maalesef kaybedilmiş oluyor ki her türlü yönlendirmeye ve kullanıma açık bir “mankurt, çapulcu, maşa” haline gelebiliyor. HAYAT, İMANLA ANLAM KAZANIR (14.11.2019) |
ZALİM VE MAZLUM ; İnsanlık tarihinde zulüm uygulayan zalimler ile zulme uğrayan mazlumların hep var olduğunu, bazen kitlesel bazen de bireysel boyutlarda yaşandığını okuyoruz, günümüzde de yaşıyoruz. Zalimlerin, ten rengi, atalarının geldiği soy, dil-din-mezhep ayrımları, yapay farklılıklar, fikir uyuşmazlığı gibi zulüm sebepleri oluşturup geride acı çeken, katledilen mazlumlar ve nesiller bıraktıklarını da görüyoruz. Birileri, eline geçirdikleri bir güç ile zulmü haklı çıkaracak, kendilerine göre gerekçe zeminini hazırlayarak diğerleri üzerinde uyguladıkları baskı, şiddet ve katliamlar bazen soyunu kurutma boyutlarına ulaşıyor ki dünya bunu “insanlık suçu” kabul ediyor ve kağıt üzerine yazıyor, tarihin raflarına kaldırıp tozlanmaya bırakıyor çoğu zaman. Ancak, birçok ülke seyrederek, bazıları kısa veya uzun vadede menfaat ve çıkarlarını gözetip zalime yardım ederek, maddi, siyasi ve bazen silah desteği vererek zulme çanak tutarken, çok az ülke zulmün karşısında haykırarak safını belirliyor ama bir işe yarayıncaya kadar geçen sürede zalimin yaptığı yanına kâr kalıyor. Sonuçta, kirletilmiş kanlı tarih sayfaları, açılmış ve kapanması on yıllar, yüz yıllar süren toplumsal yaralar ve acılar oluşuyor. Mahkemeler, yargılamalar ve cezalar ise göstermelik kalıyor, kayıplar asla geri getirilemiyor. Çevremizde karşılaştığımız bazen engel olduğumuz, bazen arkamızı döndüğümüz, ekranda seyredip lanetler yağdırdığımız, sadece insanın insana değil, insanın hayvanlara hatta bitkilere, ormanlara yaptığı kişi ölçeğindeki bireysel zalimlikleri de görüyoruz. Herkes herkesle anlaşacak, tam uyum içinde, empatisi yüksek, saygı ve sevginin zirvede olduğu bir toplum, bir dünya beklentisi “ideal” olsa da maalesef pek gerçekçi değil aslında. Kıskançlık, hırs, kin, nefret gibi kişinin iç barışı ile ilgili ayrıştırıcı ve dışlayıcı kişilik özellikleri, eksiklikleri ve düşmanca kötü hisleri, güç ellerine geçtiği zaman karşıdakine bir eziyet, baskı, sindirme, yıldırma ve pes ettirip kaçırma aracına dönüşüyor ki mazlumun elinden fazlaca bir şey de gelemiyor, çoğu zaman. Zalimin şerrinden korkarak mazlumun yanında yer alamamak, o zulümden zamanı gelince nasipleneceğini beklememek, zalimin gücünün bir gün elinden alınacağını bilmemek ve hatta zulmü alkışlamak da bir başka kişilik kusuru olarak ortaya çıkıyor. Hele bir de zulme kayıtsız kalıp, duyarsızca davranan, “duymayan-görmeyen-bilmeyen” sessiz şeytanlar var ki, lanet olası zalime “bana dokunmayan yılan” mantığı ile dolaylı da olsa destek içindeler maalesef. ZULMÜN BEDELİ MUTLAKA ÖDENİR 10.11.2019 |
![]() |
TEK YÜZLÜLÜK VE ÇOK YÜZLÜLÜK Dünyamızda yaşayan nüfusun 8 milyar, göçenlerin ise 100 milyar olduğu kabul ediliyor. Gelmiş, geçmiş ve gelecek insanların birbirlerinin “aynısı, tıpkısı” olmadığını, fiziki, dış görünüşlerde benzerlikler olsa da duygu, düşünce, akıl, zekâ, yetenek gibi kişilik özellikleri ile her bir ferdin “farklı” olduğu biliniyor. Devasa çeşitliliğin içinde, huzurun korunması, iyi geçinme, tatsızlık olmaması noktasında azami bir gayret ve pür dikkatle empati kurarak yaşamak, yazılı-yazısız kurallara uymak, saygı öncelikli ve insanlığa, dünyaya hizmet temelli bir yaşam biçimini benimsemek toplumsal yaşamın da, top yekun huzurunda bir gereği zaten. Birey kişi, taşıdığı her türlü özelliği, kendini yansıttığı yüzü, başkasının bakışlarıyla göründüğü ve görünmediği kadarıyla, anlaşıldığı ve bilindiği şekliyle, çokluk içinde tekliktir aslında. Kişinin, toplum içindeki varlığı, en yakınındakinden dünyanın diğer ucundakine kadar başka kişilerle kurduğu temas esnasında kullandığı “yüz” ile bilinirlik kazanıyor aslında. Değer, önem ve saygınlık gibi kazanımlar ise, “içi-dışı bir” tabirinde özetlenen “tek yüzlü” olmak veya her kişiliğe uyan “yanar-döner” tabiriyle “çok yüzlü” olmak kişisel tercihi, eğilimi, davranışları ile belirleniyor. Tek yüz, dürüstlüğün en temel unsuru iken, çok yüz bu esas unsuru sorgulatıyor, “yaranmak için mi” gibi şüpheler oluşturuyor, insani ilişkileri, yaklaşımları doğrudan etkiliyor. Yüz yüze, yazılı, sözlü ve görüntülü iletişim ve temas imkânının kolaylaştığı ve hızlandığı günümüzde, tek yüzlü kalabilmek için, çok yüzlüğün karşısında ayrı bir mücadele vermeyi gerektiriyor maalesef. Yalanın karşısında doğruyla, iftira ve hakaretin karşısında mazlumun yanında dikilebilmek, kısa vadede sosyal medyada engellemelere, gerçek hayatta selamı kesmelere, küsmelere ve hatta karşınızda birleşik tepkiye, örülmüş duvarlara sebep oluyor ki “kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar” cümlesi doğrulanıyor daima. Tek yüzlünün onurlu çabası karşısında çok yüzlülerin, herkes için ayrı maske takarak varlık gösterenlerin, nabza göre şerbet verenlerin, bu günü ve kısa süreli yarını daha bir mutlu, şen şakrak, etrafı kalabalık olabiliyor. Öyle ki, çölde açmış bir çiçek gibi kalabiliyor tek yüzlü, koparmak isteyen, üstünü örtmeye çalışan, görünürlüğünü ve bilinirliğini silme, yıldırma, kaçırma gayretinde olanlar arasında. Ancak, uzun vadede kazanan, daima doğru ve Hakk’ın yanında, çoğu zaman tek başına, dağ gibi dimdik duranlar olurken; kaybeden, kesinlikle eğilip bükülenler, yancılar, sahteciler, yalancılar ve kıvırtmaya müsait yaramazlar oluyor. HER MASKE MUTLAKA DÜŞER (06.11.2018) |
![]() |
YANLIŞ VE YALAN ; Bilgi, haber, resim, film, simge, emoji gibi ifade biçimlerinin ışık hızıyla, aynı anda milyarlarca insana yayıldığı, insanların cep telefonlarına gelen sinyalle uyarıldığı ve görmelerinin sağlandığı bir iletişim hızıyla yaşıyoruz. Kalem, kağıt, hatta bilgi ve yetenek de gerekmeden, sadece parmak uçları ile bir ifadenin yayılımı başlatılabilir, dünyanın her yerinde birileri bu ifadeyi birkaç saniye içinde alabilir, yayılması için yine parmaklarını kullanabilir, eklentiler, kırpmalar yapabilir ve yeni bir paylaşım zinciri başlatabilir. Böylesine bir hızla yayılan ifade, eğer "doğru" ise, o bilgiye ihtiyacı olanlar için, kısa sürede tek yürek olabilmek, bir zorluğa omuz verebilmek, destek çıkabilmek, ülkenin kaynaklarını yönlendirebilmek, etkili ve verimli kullanabilmek, ulusça top yekün ayağa kalkabilmek, bazen de şahlanabilmek için müthiş bir kazanım aslında. Acil tedavi bekleyen bir hasta için koşturabilmek, oturduğumuz yerden zahmetsizce, birkaç tuşa dokunarak bir yaraya maddi manevi merhem olabilmek, karınca kararınca katkı sağlayabilmek, sevince ve kedere ortak olabilmek, acıyı paylaşmak, coşkuyu daha da çoğaltabilmek, dualarımızla duruşumuzu gösterebilmek için kolay, etkili bir araç kuşkusuz. Dünyaya aktarılan bilgi eğer "yanlış" ise doğruluğunu, gerçekliğini araştırmadan, gerek bile duymadan, genellikle kasıtlı olarak birilerine zarar verme, gözden düşürme, karalama, iftira, hakaret ve nefretin uyandırılması, arttırılması için paylaşıldığında, şaka olsun, biraz gülelim diye yayıldığında, ülke ve dünya barışı, toplumsal huzur için büyük zararlar oluşturuyor maalesef. Öyle ki, "iletişimin gücü"nün kötü niyetli ve düşman eller tarafından çapulcuları yöneterek "olaylar" başlatmak, büyütmek ve istedikleri şekilde dünyaya göstermek ve yalanı yaymak için kullanıldığını görüyoruz. Açık havada savrulan kuş tüyleri gibi yanlış bilginin geri toplanmasının mümkün olmadığını, düzeltilmesinin uzun yıllar aldığını, hatta imkansız olduğunu, yanlış temele dayanan davranış ve hareketlerin büyük acılara, yıkımlara, can, mal, huzur, zaman kayıplarına, kapanmayan kin ve nefretlere sebep olduğunu biliyoruz, yaşıyoruz üzülerek. Bilginin doğrusu öğrenildiği halde, "yanlış" paylaşılmaya devam edilirse, hatta ısrar edilirse yaymada "yalan"a dönüşür ki, paylaşan da yalancı ve iftiracı durumuna düşer. Kazanılması zor, kaybedilmesi kolay olan "güvenilirlik" zedelenir, devamında, tekrarında ve inadında "yalancı gömleği" giyilmiş olur ki "kim takar onu"o zaman. YA DOĞRU SÖYLE-PAYLAŞ YA DA SUS. 01.11.2019 |
![]() |
BAKMAK VE GÖRMEK ; Göz, karşıdakine göre “kendisine bakılan” bir pencere, gözün sahibine göre “bakılanı görme” organı. Belli bir açıdan bakılan, belli bir derinlik ve fiziksel sınırlar içinde görmeyi, beyin vasıtası ile algılamayı, değerlendirmeyi sağlayan, buna göre duygular geliştirdiğimiz, düşünceler ürettiğimiz, hareketlerimizi belirlediğimiz ve uyguladığımız, kelimeleri dizdiğimiz, kararlar verdiğimiz, bazen dudak bazen niyet okuduğumuz, renkler gibi tarif edilemeyenleri isimlendirdiğimiz, işlevselliği sahibinin kişilik özelliklerine göre değişen mükemmel organımız. Bakmak; bir bölgeye, alana, büyüklüğe doğru basit bir eylem iken, görmek; bu alandaki özel noktaları, detayları, anlamları, anlamsızlıkları yakalamaya ve algılamaya yönelik kapsamlı bir eylem aslında. Bir yöne çok kişi bakabilir, ancak her birinin gördükleri çok farklı olur kuşkusuz, “sen görmedin mi”, “kör müsün” tartışmaları çıkabilir, “nasıl görmezsin” ile apaçık olanı görmemek eleştirilir bazen. Görebilmenin büyüklüğü ve derinliği, kişinin sahip olduğu eğitim, bilgi ve tecrübe birikimi, kültürel altyapı, ilgi-merak, öğrenme kapasitesi, öğrenebilme yeteneği, öğretme-aktarma niyeti, maddiyat ve maneviyat eğilimi gibi özellikleri ile daha da farklılaşır aslında. Öyle ki; görünen, çift taraflı kazanç misali, kişinin özelliklerini daha da geliştirirken birikimini arttırır hele bir de paylaşmaya açıksa kişi, çok kişinin gözü oluverir bazen aynı zamanda aynı mekânda. Görebilmek bir yetenek ise eğer, donanımlı bakabilmek en büyük etkeni ve değer katabilenidir bakılana. Her baktığımızı görmeli miyiz? sorusu her zaman ve daima “hayır” olarak cevaplanmalıdır. Özellikle görünmesi istenilmeyen, sahibine özel örtü altında veya perde arkasındakiler, mahremiyetler, bir şekilde gizli kalması gereken hususlar, kişiliklerdeki hoş görülebilir kusurlar, düzeltilmesi daha büyük sorunlara yol açabilecek hatalar bazen de yanlışlar, arkasına bakma imkânı olmayan, gerisini bilemediğiniz yanlış yargıya sebep olabilecek, dedikodu, iftira, gıybete, karalamaya uzanabilecek tek yüzü görünen madalyonlar “bakar kör” olmayı gerektirebilir bazen, hem kişisel hem toplumsal huzur için. Günümüzde, büyük resmin küçük bir parçası gösterilerek, resimler kırpılıp birleştirilerek, aynı resim üzerinde oynanıp montajlar yapılarak, bir de altına üstüne yazılar ekleyerek, yalan ve yanlışlarla toplumun nasıl yönlendirildiğini, kitlesel olaylara sebep olduğunu, sadece “gösterilene” inanan ve sahteyi savunan mankurt kişilikleri izliyoruz, lanetleyerek. Vicdanımızı, aklımızı ve hafızamızı görebildiğimiz güzelliklerle dolduralım ki yansısın; yüzümüze temizce, sözümüze dürüstçe, duygu ve davranışlarımıza güzelce, en önemlisi yargılarımıza adilce. GÖRMEK İÇİN BAK, YA DA BAKMA 27.10.2019 |
ÖĞRENMEK ; Canlıların, “bilgi, beceri ve yetenek kazanmak” için gösterdikleri çaba ‘öğrenmek’ olarak özetlenirken, daha doğmadan başladığı da biliniyor. Öğrenme ile hayat, daha bir anlamlı, daha kolay yaşanabilir, anlaşılabilir, daha fazla zevk alınabilir, tahlil edilebilir hale geliyor. Kendimizde, yakın çevremizde veya dünyanın bir köşesinde meydana gelen bir olayı, durumu değerlendirirken, bir duruş ortaya koyarken, safımızı, tarafımızı belli ederken öğrendiklerimizin, bilgi birikiminin ne kadar önemli olduğu “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” cümlesi ile açıklanmış aslında. Eğer, kültürel donanım yeterli değil ise birilerinin etkisinde kalınarak onların yönlendirmesi ile hareket edilir ki her zaman doğru yargılara varılamaz, doğru kararlar alınamaz, kılavuzun “karga” olduğu durumlarda vahim sonuçlar da oluşabilir. Hele bir de öğrenme gereği duymayan aklını kiraya vermiş bazen de satmış olan, bilgisi ile değil telkinlerle, suflelerle yaşayanlar var ki, yanar döner misali birilerinin oyuncağı, maşası olarak, kıvırtmalarla geçiyor ömürleri, onursuzca. Öğrenmek, ama neyi? sorusuna verilecek cevap “her şeyi” olmamalı. İnsanın bir öğrenme, biriktirme, hafıza kapasitesinin olduğu biliniyor. Dolayısıyla bir bardak misali, sürekli doldurulan bir hacimden, uzun süre kullanılmayan, yazılı veya sözlü paylaşılmayanlar tozlanıyor, kayboluyor, unutuluyor, ilerleyen yaşlarda ise son öğrenilenlerle değil, anılarla yaşanıyor genelde. Her insanda farklı olan bu kapasitenin, hayatımızı rahatlatan, huzurlu ve zevkli hale getiren, çevremizi aydınlatmaya yarayan, yol gösteren doğru, faydalı, kullanılabilir bilgi, beceri, yeteneklerle doldurulması ve gerektiği yerde taşın gediğine konulması, işe yaraması, katkı sağlaması büyük önem taşıyor. Günümüzde bilgiye erişimin kolaylaşmış olması, öğrenmeyi hızlandırdığı gibi “lazım olduğunda bulurum” yaklaşımı öğrenmeyi engelliyor bazen. Kişinin, “hayat boyu öğrenme” ilkesini ne kadar benimsediği, edineceği bilginin ve kültürel birikimin büyüklüğünü, çeşitliliğini ve kıymetini belirleyen önemli bir unsur oluyor daima. “Öğrenecek bir şeyim kalmadı” diyenlerin, aslında öğrenmeyi öğrenemediklerini görüyoruz üzülerek. Kişi istemediği sürece, öğrenme eylemi başarısız, çabalar boşuna ve gereksiz, çoğu zaman da üzüntü verici, yıpratıcı ve ümit kırıcı oluyor. İstekli öğrenicileri sabırla beklemek tabii ki mümkün olsa da zaman su gibi akıyor, öğrenmenin de öğretmenin de yaşı geçiyor, ömrü bitiyor, ah vah ile. ÖĞRENMEYE AÇIK VE HAZIR OLUN 20.10.2019 |
![]() |
ÖĞRETMEK ; Birilerine, bilmedikleri bir konuda bilgi ve beceri kazandırmak olarak açıklanan öğretmek fiilinin eyleme dönüşebilmesi, öğretme olayının gerçekleşebilmesi için üç unsur gerekiyor; “birileri”, bunların bilmedikleri bir “konu” ve kazandırılacak “bilgi, beceri”. Öncelik sıralaması, öğretme olayının gerçekleşeceği ortama göre değişir. Örneğin kurs ortamında öncelikle birilerinin, öğrenicilerin olması, daha geniş ortamlarda bilgi ve beceriyi önceden kazanmış öğretici birinin bulunması, bireysel veya birkaç kişilik ortamlarda ise bilinmeyen bir konunun olması gerekir. Unsurlardan birinin eksik olması öğretme eylemini başarısız kılar, ortaya sohbet, genel diyalog, gevezelik ve bazen de anlamsız tartışmalar, inatlaşmalar çıkar ki niyet edilen amaca ulaşılamaz, kırgınlık, kızgınlık oluşabilir. Beşikten mezara kadar sürecek olan eğitim-öğretim yolculuğunda, en önemli unsurun öğretici olduğu muhakkak. Eğer öğretici, yeterince bilgili, donanımlı ve hatta uygulamadan, uygulanmış bilginin sonuçlarından yoksun ise veya öğretme metodu, tarzı, tavrı öğrenici gruba uygun değil ise öğrenme eyleminden beklenen fayda sağlanamıyor maalesef. Hatta, hakir görme eğilimine de sahipse kişi, öğretme eylemi, öğrenici için bir eziyete, çileye dönüşüyor genellikle. Bilgi küpü olarak bilinen, çok fazla donanımlı olan kişilerin iyi birer öğretici olamadıklarını, çok iyi öğrenici olmalarına rağmen beklenen öğretimi veremediklerini, öğrenmeyi öğrenmiş ancak öğretmeyi öğrenememiş olduklarını ve küpten sızanın yetersiz olduğunu görüyoruz çoğu zaman. Öğretmede büyük önem taşıyan diğer unsur ise öğrenici grubun genel bilgi ve öğretilmeye çalışılan konuya ilgi düzeyi oluyor. Eğer öğretici, grubun düzeyine dikkat etmeden, daha çok teorik, uygulama örnekleri vermeden, pratiğe dökülmemiş, zihinde canlandırılması kolay olmayan, sürekli kafada sorular oluşturan bir üslup ile devam ederse öğrenicinin ilgisi, isteği, dikkati dağılmakta, kağıt çiziktiren, dışarıyı seyreden, görmeyen-duymayan sadece bakan birileri ile hayallerde, bulutlar üstünde gezilen bir ortam oluşuyor ki beklenen verim asla sağlanamıyor, “öğretme” gerçekleşemiyor. Öğretmen, öğrenci, sınıf, okul kelimeleri eğitim öğretimin asıl elemanları olmasına rağmen, her birimiz bir öğretmeniz aslında. Öğretmek için bir bina, kapalı mekâna da gerek yok günümüzde. Öğrenici birileri, konu ve bilgilinin olduğu her ortam, sosyal medya, öğretme eylemine ve başarısına katkı sağlayabiliyor yaygın olarak. HERŞEYİ DEĞİL, BİLDİĞİNİZİ ÖĞRETİNİZ 14.10.2019 |
![]() |
PAYLAŞMAK ; İnsanoğlu, can bedene girdiğinden itibaren sürekli bir “öğrenme” çabası içinde buluyor kendini. Bazı bilgilerin genetik olarak geçtiği, yaratılışında zaten var olduğu da biliniyor. Dolayısıyla ilk bilgileri aile ortamından almaya başlayan bebek, çocukluğunda çevre ve okul yoğunluklu öğrenme dönemlerinden geçiyor. Hayat okulunda ve iş hayatındaki tecrübelerin bilgi birikimini destekleyerek kültürlü, donanımlı bireyler ortaya çıkması bekleniyor. İlerleyen yaşlarda ise daha bir didikleyici, filozof, çok konuşan, az okuyan-yazan döneme giriliyor maalesef. Unutkanlık dönemi ise dünyaya vedanın işaretlerini içeriyor. Daha doğmadan başlayan bilgi birikiminin her vesileyle birileriyle, toplumla ve hatta dünya ile paylaşılması büyük önem taşıyor. Bilgi ve tecrübelerimizi başkalarına aktarmak, aydınlatmak, yol göstermek, pencere açmak, bir fikir-kıvılcım-merak oluşturabilmek çok güzel, bunu karşılık beklemeden yapabilmek ise ayrıca değerli, erdemli bir davranış. Bilgi, birikim insanda yüktür, zamanla daha da ağırlaşır, ilerleyen yaşlarda taşınamaz hale gelince “birilerine aktarma” ihtiyacı duyar insan. Paylaşmak ise bilginin zekâtını ödemektir, kişiyi hafifletir, faydalı olmanın, birilerine yol açabilmenin gururunu yaşatır. Kişi, kendini yetiştirme konusunda gösterdiği çabanın çok daha fazlasını, birikimlerini paylaşmak için de göstermelidir ki bilgeliğine bilgelik katabilmiş, bahşedilenin diyetini bir nebze ödeyebilmiş olsun. Paylaşımdan uzak durmak, “sadece ben bileyim, bana sorsunlar, mecbur kalıp bana gelsinler” mantığı, günümüz toplumsal yaşamında ve çalışma hayatında yeri olmayan, olmaması gereken, insani kabul edilmeyen bir davranış biçimidir. Hele bir de “bunları öğrenmek için o kadar zahmet çektim, niye başkasına vereyim ki” diyen kişi asıl yaradılış gayesini anlayamamış, birikimin depolandığı beynin de toprak olacağını kavrayamamıştır maalesef. Hayatımızın her döneminde, bildiğimiz, öğrendiğimiz bir konuyu, kitap yazıp yayınlayamasak da, doğru ve gerçek şekilde yakın çevremizle paylaşarak “bilen” sayısını hızla arttırabilir, sosyal medya dahil her ortamda kelime-kelime, cümle-cümle paylaşarak büyük kitlelere ulaşmasını sağlayabilir, domino etkisi ile evrene yayabiliriz. Veda ederken dünyaya, binlerce kitabı doldurabilecek “paylaşım” büyüklüğüne ulaşabiliriz. Paylaştıkça çoğalmış bilgi ile insanlığın geleceğine katkı sağlamış, kıvılcımlardan ışık kaynaklarına geçişin kapılarını açmış olabiliriz. DÜNYAYA, BİLGİ KIRINTILARI BIRAK (07.10.2019) |
![]() |
KONUŞMAK VE YAZMAK ; Konuşmak, söylenmek istenilenlerin ses tellerinden geçerek, dilin döndüğünce şekil verilerek, iki dudak arasından çıktığı ve havaya karıştığı bir sesler bütünü aslında. Eğer, kelimelerin dizilişi ses tonu ile ahenkli bir hal alırsa, bir şarkı, şiir gibi, konferans gibi dinlemeye de doyulmaz, mest eder insanı. Ama yazmak öyle mi; düşüneceksin, araştıracaksın, öğreneceksin ki uygun kelimeleri ardarda, bir uslüp içinde dizerken ahengi de yakalayıp okuyanları ortamdan ortama geçireceksin. Asıl yük ise, her zaman karşınıza “işte belgesi” olarak çıkmasının verdiği sorumluluk duygusu. Bilgiye ulaşımın çok kolaylaştığı günümüz dünyasında herkes her konuda çok fazla bilgi sahibi olabiliyor. Bilgili insanlardan oluşan bir toplumda, karşılıklı etkileşim ve paylaşımla bilgi daha da çoğalıyor, bir mumun diğer mumları tutuşturması gibi çok daha aydınlık topluluklar oluşabiliyor. Bu aydınlanma, evdeki çocukların eğitimi, yetişmesi ve daha kültürlü olmalarının da önünü açarak, bildiğimizi aktarıp bilmediğimizi öğrenerek sosyo-kültürel gelişimi ve değişimi de hızlandırıyor. Ancak, bu güzelliğin içinde aksayan ve maalesef olumsuz görünen hususlar da bulunuyor. Bilgiye “okuyarak” değil “dinleyerek” ulaşmaya, sosyal medyadaki “yorumlardan” erişmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu yolla kültürlü bir toplum olunamaz, olsa olsa geveze, dedikoducu bir toplum olunur ki genel karakterimiz buna çok uygun maalesef. “Ya hayr söyle ya da sus”, “boş teneke çok ses çıkarır” gibi atasözlerimiz daima hatırlanarak her konuda bilgili görünmek ve ahkâm kesmek yerine doğru bilgileri aktarmak, kuru gürültü yerine aydınlanmaya hizmet etmek gerekiyor. İnsan toplumsal bir varlık, yeme-içme gibi konuşmaya da ihtiyacı var. Ancak, “konuşmak” için en az bir kişi daha gerekirken “yazmak” için gerekmiyor. Üstelik çok daha fazla insana, hatta çeviri programları ile yabancı toplumlara dahi erişebilme imkânı mevcut. Konuşan-dinleyen bir toplumdan ziyade yazan-okuyan bir toplum, doğru bilgilerle donanmış, yalandan-yanlıştan uzak aktarımlar yapan, her türlü gelişime katkı sağlayan bireyler olmalıyız. Az veya çok demeden, imkân bulunan her yerde, dergilerde, sosyal-medyada birileri için YAZIN. Yazılanlar doğru, dürüstçe, birleştirici, geliştirici, işe yarar olsun. Genel ifadeler yerine özel detaylar, farklı bakış açıları içersin, katma değer üretsin, kıvılcım olsun, başkalarının girebileceği kapılar açsın, yeni bir düşünme, gelişme alanlarına yol olsun. SÖZ UÇAR YAZI KALIR (01.10.2019) |
![]() |
anasayfa | amaç | çalışılan yollar | kapalı yollar | yol durumu | hava durumu | genel | akademik | ziyaretçi defteri | iletişim | TÜRKÇE | ENGLISH | haber-gazete | gezenti rehberi | Ankara'dan | ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |